Wednesday, December 8, 2010

Şu konuda bir anlasalim:

Tasarim bir hayir isi degil, di mi? Kimse koltuk tasarlayan bir insana "ay ne idealist, ne yardim sever bir sahsiyet" demiyor, normal. Ya da akademisyenler arasinda herhengi bir doktora konusu hakkinda "ay ne dokunakli" diyerek göz kirpistirildigi görülmüs müdür? Peki neden bu gune kadar emek verdigim alan hakkinda bu tarz yorumlar aliyorum, hem de kosskoca bir profosorden? Tasarim teorisi calisiyor, ne güzel evet. Ben onu kucaklamak istemiyorum, o neden bana öyle bakiyor? Konu adim adim dokunakli oluyor onun icin.
-Kullanici analizi yöntemleri hakkinda bir arastirma
-evet, güzel
-süregelen metodlarin uygunlugu ve yeni metod arastirmasi
-evet, hangi alanda
-engelli cocuklarin kullanici olarak ele alindigi arastirmalarda. mesela oyuncak tasarimi. bu tasarim sürecine katki olarak...
-ay cok idealist, cok yardimseverce. ama burda bunu calisan yok. türkiye'de var mi?
-bilmiyorum, var mi?
-iranli kizlar var bizde, kültürel fark calisiyorlar?
-biz iran degiliz, tasarim alaninda kültürel farklari calismak istemem tesekkur ederim. sizden farkimiz sabah kahve degil cay iciyoruz, ama hemen kahveyle devam ederek yakaliyoruz sizi merak etmeyin. cok ilginc bir fark cikmaz bizden.

Deveye biniyor musunuz diye sorana rastlamadim ama cogu insan bizde basörtüsünün irandaki gibi bir zorunluluk oldugunu saniyor. Yemekleri araplar gibi elimizle yedigimizi, erkeklerimizin illa ki biyikli ve sert aile babasi oldugunu, abilerimizin sevgililerimizi dövdügünü düsünenler de var. Her evde döner aleti oldugunu hayal eden agzinin tadini bilenler de... Benim hic duymadigim türk tango bestecilerini bilenler de var. Fotograf makinesini kapip benim ülkemin benim görmedigim yerlerini bastan sona gezenler de var. "Biraz konusur musun, siir gibi türkce'nin akisi" diyen de var, bikmis kendi hirt pirt sessiz harf yoksunu dilinden.

Basa dönelim, bu konuda calisabilecegin biri yok konusuna. Ilk konulari nasil calismislar, daha önce calisan yokken? Ilk maya nerden gelmis bu göle? Biri benim icin düsünsün lütfen. Diz boyu kar vardi, daglik bilmem ne üniversitesi, dagda resmen, ki bizim buralarda dag bulmak zordur. Iki tren, bir metro ve bir otobüsle gittim, ve bir de geri döndüm. Cok üsüdüm, cok kizdim, cok düsündüm.

Yoruldum.

Bir de fakülte nasil temiz ve genis, stüdyolar ne güzel. Cok da sicak icersi. Benim güzel fakültemin yarisindan bile daha cirkin, disarda hava buz gibi. Ama ögrenciler o kadar rahat, o kadar herseyleri var. Bir tek seyleri eksikti bizden, uyku tulumu.

Özledim.

Thursday, December 2, 2010

bana birseyler oluyor, acayip seyler oluyor...

Kafamin durdugu nadir anlar var. Tik diye bi ses geliyor, uyaniyorum. Bakiyorum durmus. Hemen silkinip kendine gelip basliyor tekrar gezmeye...

Zigzag seviyor bu aralar. Nedensiz mutluluklar buluyor kendine, dans ediyor, sisko dansi. Sonra hoop, o gözü kara magaralara parasüt atlayisi yapan adamlar gibi daliveriyor karanliga. Biliyor tabi bi elinden tutan var, sicacik. Simarik ama, sallaniyor karanlikta, inatci.

Al sana firsat deniyor. Oyuncak tren gibi harekete geciyor bu sefer, sevincten korkuya, korkudan meraka, meraktan heyecana, heyecandan hevese, hevesten hevessizlige, yine bosluga ve basa.
Essek gibi biliyor oturup toplanmasi gerektigini, vakit gecirmekten vazgecip gercekten düsünmesi gerektigini. Ama hep dalgaci, hep üsengec. Bir de üstüne yengec. Dokunsan aglar, bi bakmissin herkesten güclü. Bir eve kapanir, sesi cikmaz, bir bakarsin halay basi.

Tuesday, November 23, 2010

...

Cok aci ama bugün bi sevdiginizi kaybedebilirsiniz. Siz böyle saga sola bakarken, akliniza bile getirmezken, o hep orda sanirken, o sessizce cekip gidebilir. Siz ardindan sessiz kalabilir misiniz bir ölümün?

Hayat birden durur. Hizla akan sokaklar yok olur, isler ve siz dururken akmaya devam eden zaman yabanci olur. Dua gibi ama etkisizce döner durur "Ben simdi onsuz napicam?" cümlesi, anlamsiz, diger hersey gibi...

Uzagimizdayken ne kadar kolay üzerine konusmasi, sakalar yapmasi. Biraz yaklasip da sogugunu ensemizde hissedince bir durmak lazim. Hayati kendi ellerimizle bir durdurmak, islere birazcik ara vermek lazim. Bir an nefes alip bir düsünmek, kulagimizi cekip bi tahtaya vurmak lazim. Gercekten önemli olan seyleri düsünüp, bos yere catilmis kaslari bir gevsetmek lazim.

Ölüm (ya da hayat) daralan bi cember, bir avuc insan icinde elele, sirt sirta bekliyoruz iste. Biri disari cekilmeden ne kadar vaktimiz var? O kadar genis mi kollarimiz her bir sevdigimizi sarmaya? O kadar cok güzel sözümüz var mi, biri gittikten sonra pisman olmamaya, keske dememeye yetecek kadar?

Wednesday, November 10, 2010

yagmur ve kahve

Gözlerimi sikica yumup hayal ederdim. Birinin beni bir helikopterle Gölbasi'ndaki o fabrikadan alip Dortmund'a ucurdugunu, o yagmurlu günde bi fincan kahvemle kitabimi okudugumu hayal ederdim. Ayaklarim sicacik kalorifere yaslanmis, dizlerimde kirmizi battaniye ve sevdicegim. Cok derinden ic cekerdim. Gözlerimi acinca bana bakardi cerrahi el yikama ünitesi, benim istridye sekilli, hakedilmeyen güzellikteki lavabom.

Cok üzülmüstüm keci sirketimi kuramadigimda. Keci adini haketmeyen bir vazgecisle kabullenmistim yenilgiyi, kucagimda oyuncaklarim, ellerim bombos...

Kalbim kirilmisti sonra, onca yazismadan sonra üzgünüzle baslayan profesörün red mektubunu alinca. Ve sonra bir baskasi, baska bir yer, baska üzüntüler ve özürler...

Yolundan mi sapti emeklerim, nedir kendime bunca eziyetim? Kahvem elimde, kucagimda kitabim. Daha önce beni üzen kalbimi kiran yenilgileri düsünüyorum. Onlar gerceklesmis olsaydi simdi nerdeydim? Yanlis seylerin pesinden kosarken yola sokmus beni bu ne yazik kili cevaplar. Istedigim yere getirmis.

Hadi diyor simdi, hadi. Bul artik tekrar gercek istedigini. Ya da önce su kahvenin bi tadini cikar...

Monday, November 8, 2010

Mallorca


Gitsek mi gitmesek mi diye cok düsündügümüz ama bu yaza sahane bir nokta koydugumuz yer oldu.

Mallorca türk televizyonlarinda Acun'la taninmistir, hani su "how much is your jacket?" ya da "kiss me" falan gibi. Avrupali turistlerin icip dagittigi bir tatil beldesidir, hatri sayilir sayida üstsüz vardir falan. En güzeli de, o nasil bir deniz rengidir yarabbim? Tatil fotografi denizi rengi, sahane...

Bu zavalli adacigin Almanya'daki karizmasi ne yazik ki son yillarda biraz düsmüs. Adayi turistik gezi süsüyle ele geciren Almanlar, özellikle de S'arenal yöresini, bu adadaki tatil kalitesinin düsük oldugunu söylüyorlar. Nedeni basit: Cünkü cok Alman var. Sakin gitmeyin igrenc diyen bile oldu, hani sizin yediginiz yemege bakip da "ög hic sevmem" diyen cins insanlar olur ya, sinir olurum, ayni onun gibi. Sanki adanin icine eden baska milletin insani. Bu almanlar zamaninda sakayla karisik ispanya'ya demisler ki, "satin bize burayi". Bi kac ispanyol politikaci da ciddiye alip ciddi ciddi vermeyi istemis de, kavga cikmis sonra. Cok fena.

Tamam bu kadar sert olmayalim. Bir de su yönden bakalim: Gidis dönüs ucak bileti ve hersey dahil otellerde birer hafta kalmak, burda ögrencilerin ve gelir düzeyi cok düsük insanlarin bile rahatca karsilayabilecegi bir seviyede. Adada ise hersey cok ucuz, en ufak bir turistik belde fiyat sisirme sistemine rastlanmiyor. Hal böyle olunca otellerde gencler gece gec saatlerde özgürce naara atip tepisebiliyor, bizim amele dedigimiz, almanlarin asosyal dedigi tipler de sahilde yüksek sesle müzik dinleyip aksama kadar bira iciyorlar. Durum bu. "Ög igrenc" demeye de gerek yok, "amaan allahiim Mallorca ya süper gercekten" diye agzimizi yaymaya da.

Denizi cok güzel, o incecik kumu sahane. Hava kararirken bile denizin rengi mükemmel. Ortamda Acunluk bir durum yok. Tamam üstsüzler var ama bunlar sadece tas gibi kizlar da degil. Benim bile zevkle baktigim tas gibi kizlarin arasinda coluk cocuk gelmis üstsüz teyzeler de var. Ayrica modaya uyarak kendilerine ve 10-12 yaslarindaki kizlarina da hep tangalar almislar. Üste zaten gerek duyulmamis. Kimse de salyasini akita akita bakmiyor, ortam müsait sartlar uygundu. En son gün gördügümüz tangali amcanin oglu disinda kimse rahatsiz degildi.

Gece hayati tam anlamiyla ikiye bölünmüs durumda. Birincisi emekli tipi, ikincisi akli gitmis ergen tipi. Kilometrelerce uzanan plajin yanindan gecen yol boyu dizilmis kafeler ve barlar var. Bir asagi bir yukari yürürken güzelyali sahilinden tek farki cekirdekci (pardon cigdemci) olmayisi. Aa bi de cok iyi sokak ressamlari vardi ve canli heykel vahe kilicarslanlar tabi. Onun disinda sistem ayni, herkes plaj kenarindaki duvara dizilmis oturuyor.

Gece birazcik ilerleyince duvar sakinlerinden olusan ucerli beserli gruplar birer kova etrafinda toplanmaya basliyorlar. Bu mavi plastik kovalarin icerikleri degismekle birlikte en popüleri tabi ki sangrea (sicak sarabin sogugu bence). Bu kovalarin fiyatlari da sasirtici derecede ucuz, örnek olarak bir sise smirnof, yanina iki litre meyvesuyu 12€ civari. Kovadan icmenin en zevkli kismi rengarenk uzun pipetler. Bu sistem ODTÜde yaptigimiz fincan bira olayini hatirlatiyor, ama iki kisi icin cok fazla buluyoruz. Bi kova icecek gibi degiliz. Pipetlerimizi sise sangreaya daldirip karsi kaldirimdaki klüplerin renkli panolarini izliyoruz. "Porno casting tonight" favorimiz. Bir de saat 12den önce girenlere, sapka, tshirt, samyel mamyel bi ton hediye vaat eden renklam eglenceli. Sirf hediyeler icin eglenesi geliyor insanin...

Bir de gitmeden burda herkesin balaman balaman dedigi, ballerman yazdigi bir sahil bari sistemi var. Sirayla numaralandirilmis bir dizi mekan. O kadar cok bahsediliyor ki, saniyoruz cilginca ziplayan dans eden insanlarla dolu barlar bunlar. Altincidan özellikle bahsediyorlar, cika cika cay bahcesi gibi birsey cikiyor. Nedense ama onun etrafindaki duvar cok yogun, karsidaki klüplere yoruyoruz kerametini.

Kapisindan gecerken bile cilgin eglencenin bizi sardigi genis alman barina giriyoruz bir gece. Oktoberfest cadiri havasi yaratilmis, menü almanca, garson alman. Bi de kadehten icelim sangreamizi diyor ve genclerin eglencesine eslik ediyoruz. Masanin üzerinde düsmeden öyle hayvanca ziplayabilmek, biraverin tepesine agzini dayayip ickiyi dalindan icmek bu millette beni en cok etkileyen özelliklerden oldu.

Biraz da Ispanya'ya geldigimizi hissedebilmek icin Palma sehir merkezine gidiyoruz. Hemen bir katedral bizi karsiliyor. Kiyafetim ahlak cercevesinde bulunmadigindan sadece disindan bakinip geciyoruz. Tepeden limana bakip tekrar o güzel dar sokaklardan asagilara iniyoruz. Cook yasli bir zeytin agaci icine icine cekiyor beni. Onlarca yil kivrim kivrim kaybolmus icinin karanliginda.

Birazcik saga sola yürüyünce en sevdigim seyi buluyoruz. Pazar var bir meydanda, incikler boncuklar isil isil. Pazara gecerken kösede bir vitrine rastliyorum. Pronovias. Aman da aman, bi sene önce kataloglarinda kaybolmustum, gercek vitrinini görmek beni cok mutlu ediyor. O keyifle daliyorum pazara. Ispanya'yi bi de alman isgalsiz göresim var.

Ama simdi yaz zamani. Döne döne güneslenmelik, geceleri bronz teni en güzel mini eteklerle deniz kenarinda gezdirmelik zaman. Ici bos kiz dergisi okumalik, kafalari bosaltmalik zaman. Kulac kulac yüzmelik, dipten kum cikartmalik zaman. Günes kremini koklamalik, sevdiceginin yaniklarina acitmadan krem sürmelik zaman. Iple kusakla ilgili deyimi cok icten söylemelik zaman.

Sunday, November 7, 2010

icimiz ISINSIN

Cok seviyorum icimiz isinsin lafini. En son Ahmet'in blogunda gördüm (basimi hafifce yana egerek selam ediyorum) de aklima geldi. Dün yaptigim dertlere deva, hastalara sifa tavuk suyuna tavuklu sehriye corbasini yazayim dedim. Sahsen Ankara'nin soguk kislarinda kendime bir kez bile corba pisirmemis olmama ve hatta sehriye corbasindan da, icinde et ya da tavuk yüzen hic bir corbadan hazzetmeme ragmen dün pisirdim. Ilk defa. Mis gibi de oldu, ben bile ictim.

Cok mu calisiyorsunuz? Stresli misiniz? Kis dönemine giriyoruz, aman hasta olmayalim mi diyorsunuz? Ya da icimiz isinsinci misiniz? Iste tarifimiz:

Zavalli bi tavuktan elde edilen gögüsü hasladim. Icinde cirkin cirkin, beyaz parcalar yüzen bir tavuk suyunu da elde etmis oldum bu arada. Sonra tavukparcasini lif lif dittim. Didim bunu böyle ditmek lazimsa biz de dideriz didim. Ilk basta her nekadar icim kalktiysa da sonlara dogru icime dolan sadistlikle zevk bile aldim. Attim bu sisko pismaniye görünümlü tavuklari tencereye, yanina da bi kasik tere yag arkadas ettim. Sismanliyoruz diye pilav yaparken sadece kasik ucuyla didiklenmekten delik desik olmustu, o yüzden bilmiyorum tam bir kasik mi daha mi az koydum... Yine nedense tenekede salca aldigim icin onu evde bulabildigim tursu kokmayan bi kavanoza aktardim, kalanini da yallah tavuklarin üzerine attim. Onu da tam bilmiyorum ama bi kasik gibiydi.

Bu garip toplulugun altini yakip basladim karistirmaya. Bir güzel koku yayildi ki, iste dedim. Güzel olcak bu corba. Bir yandan da gözüm tavuk suyunda yüzen parcalara takildi. Cok sacma bi hareket olmasina ragmen süzgecten gecirdim. Icim rahatladi. Sevgili Ikea tenceresinin dibi hemen tuttugu icin az az tavuk suyu ekleye ekleye biraz kavurdum tavuk-salca ve yag üclüsünü.



Paketini acarken sinirlenip sert davrandigim ve karsiliginda bir patlamayla ödüllendirildigim tel sehriyelerden de göz karari bi bardak kadar koydum. Ha cok oldu o ayri. Karistira karistira, sürekli müdahele halinde tuzdur, kara biberdir, pul biberdir ekledim. Limon da koydum tabi. Kasikla tabaktan corba aliyormus gibi yapa yapa bakip suyunu ayarladim. Kaynadi bi güzel bol bol. Nane ektim, maydonoz kalmamisti dolapta. Bu gibi zamanlarda kullanmak üzere ektigim maydonoz ve bilimum yesilligin yerine, saksiyi saran yabani otlardan da koymak istemedim. Onun yerine biraz da kekik ekleyip, istedigim kirmizi yesil (kafsinkaf) dengesini yakaladim.

Heyecanla masaya oturduk. Cok dikkatli hazirlanmis, kesinlikle manüpile edici olmayan sorularima cevap olarak su cümle döküldü bitanemin agzindan:

"Onnömünkündön doho gödöl olmut! "

kirmizi dans, ama kadife kirmizi

Ilk adini duydugumda cok itici gelmisti. Cok normaldi, cünkü henüz lise bire giden bos kafa kizlardan biri boynunu uzata uzata arrrjantin tango kursuna basladigini anlatiyordu. BALdan bi o gün gercekten nefret etmistim, bir de sürekli bacaklarini aca aca masa tepelerinde oturan kizlarin bar ve klüp hikayelerini dinlemek zorunda kaldigimda. Bu ayrik bacaklardan, ergen sayilabilecek cagda olmasina ragmen rahatsiz olup, "kapa kizim sunu ya" diye isyan eden ses sevdirmisti tekrar. Okulun ücüncü günüydü sanirim. Dördüncü günde ikizler yetismisti, sonrasi zaten gercek BALi taniyip sevmekle gecti.

Ikinci kez tango hikayesine yaklastigimda artik ODTÜdeydik. Hevesliydim, artik öyle bana cok uzak degildi. Tiksinilesi bir hava atma objesi olma özelligini de yillar önce kapattirilan o bacaklarin arasinda kaybetmisti. O zamanlarki yakin arkadaslarimdan birinin bir hatasi yüzünden ilk otobüse binip hem tangodan hem de ondan uzaklasmistim. Ertesi gün o bana kosarak yaklasti veee iste iliskimizin 10, evliligimizin bir bucukuncu yili...

Biz yaklastik ama tango yine belirli bir mesafede beklemeye devam etti. Biz iki yillik arkadasligin üstüne askimizi koyup beraber yürümeyi ögreniyorduk ODTÜnün agaclarinin altinda. Elele, birbirimizi büyüterek. Yedi yil...
Sevdigimin bana olan mesafesi binlerce kilometreyi astigi günlerde basladim tangoya. Onsuz, gercekten severek yaptigim tek seydi. Yeni ve cok zevkliydi. Üzüntü yoktu, aliskanliklarin eksikligi de. Cok güzel bir müzik ve cok komik insanlar vardi. Önce erkek yönetir dediler. Kiz hareketi alir ve dans baslar...

Sonra Mine geldi. Shine dans stüdyosunun kurucusu ve hocasi. Ankara tango camiasinda kizlarin hayranlikla, erkeklerin mazosist bir tutkuyla izledigi dansinda kaptirdim kendimi iyice. Onun yaninda erkegin yönettigi danstir klisesi asla duyulmadi, agizlarina topukla tikiverirdi o lafi, hem de dans ederken attigi gancosuyla.

Iki kere sinif atlayarak devam ettik kursumuza, hizli ve keyifle ögrendik. Pratiklere de gittik, baslayip da bitiremedigim diger heveslerim arasinda isil isil parladi kirmizi tango.

Sonra degisti hayat. Binlerce kilometrelik mesafe, kapali tutus tango mesafesine kadar indi. Dansin tapinagi diyerek anlatan bir hocayla, alman panzerleri arasinda, bu kez askimi da avcuma alip tekrar ögrendim. Askini geri verdim tangoya.

Sadece kursun salonunda kapali kalamadi tango, parka tasti önce. Cimenlerin üzerine baharda kurulan platformda yaz boyu her gün baska bir dans, cumartesileri de arjantin tango oldu. Günes, piknik, müzik, topuklu ayakkabilar, nefis dans edenler ve biz. Haftaya da sehir merkezindeki kiliselerden birinde tango gecesi var. Gecen yaz Roma'da birden bire tarihi sicak sari isiklarin arasinda, önce Nuova meyadaninda sonra da Ispanyol merdivenlerinde karsimiza cikan tango, bu kez Petri kilisesine götürecek bizi. Dini bir mekanda dans etme fikrine cok uzak olan kültrümüzü yanimiza alip bi bakicaz bakalim. Görkemli yüksek tavanlar ve etkileyici isiklar tangonun rengini yansitacak.

Üc yil önce aklimi sakin tutmak ve Ankara'ya biraz daha katlanmak icin basladigim dans pesimden geliyor, ya da ben onu takip ediyorum. Ya da tangonun kendisi gibi, birbirimizi hissederek beraber adimlar atiyoruz. Kirmizi kadife örtüyor her yeri. Topugumun ucuyla itiyorum taze düsmüs sari baobab yapragini, daha siki sariliyorum partnerime üsümüs ellerimle. Sonbaharin acelesi var burda, bir an önce gitmek istiyor.

Wednesday, October 6, 2010

Dogum Günü Pastasi

Cocuklugumdan hatirladigim bazi pastalar var, "Kizim cok yeme, kusarsin." isimli. Zavalli bünyemin kaldirmadigi ve gece hep ayni sekilde geri gelen o kremayla, bu kez evin halilarini ya da banyo kapisini sivardim.

Bu yüzden dogum günü pastasi seven, ya da arada tatli krizlerine girip de "Kocca bi dilim pasta olsa da yesem!" diyen insanlardan olmadim hic. Hele ki dondurmamin üstüne dondurmam kadar kremayi oturtup getiren Alman garsonlarina da sinir oluyor, bütün bu yazdiklarimi onun kisitli vaktinin icine cevirip sokamadigim icin de "Danke." deyip geciyorum. Tabi ki evimin halilarini ve banyo kapisini düsünerek bu cok sevilen sevimsiz cok yagli kremayi dürterek alttaki tabaga hafif bir yanlislikla düsürüyorum. Düstügü anda cikan lök sesi tercihimin dogru oldugunu söylüyor. Komsu masanin yasli teyzesi üzülen gözlerle bakiyor lök diye oturan kremaya, kendi kremasinin dibini siyiriken ici gidiyor benim kendi gibi sisko kremama.

Sirf bu yüzden dogum günü pastalarina karsi da mesafeli dururken süper bir tarif buldum. Eveeet sevgili ev hanimlari, kalem kagidinizi hazirlayin!

Önce güzel findikli bir kek yapicaz. Ama kekte gercekten hic yag yok, negzel di mi?
Nil'in sarkisini söyleyerek basliyor, üc yumurtayi kiriyoruz. Üzerine evdeki bardaklarla yapilan cesitli deneyler sonucu tariflerde bahsedilen cay bardagi olduguna kanaat getirdigimiz bardagimizla bir ölcü seker ekleyip sabirla cirpiyoruz. Bu arada Lie to me dizisini izliyorsak, bes dakika cabucak geciyor. Kabartan toz ve koku alan vanilyayi ekleyip, bu sefer kendisini su bardagi ilan ettigimiz diger bir bardakla bir ve bucuk kez un ekliyoruz. Findiklari rondoda cekmeyi unuttugumuzu hatirlayip diger tarafa dönerken de firini aciyoruz ki önceden isinsin. Findiklari da koyunca artik kolumuzu da yoran cok yogun kivamli bir bulamacimiz oluyor. Bunu kaba ittire ittire aktariyoruz. "Bu ne yea, azcik bisey bu" deyip korkarak firina koyuyoruz.

Püf noktasi: Hamurislerinizin güzelce kabarmasini istiyorsaniz, firina koyarken göbekli bir tanidiginizin ismini referans olarak verin.

Kisin en sevilen yanlarindan olan portakallarimizdan SB olarak ismini kisalttiklari su bardagi ile 3 kisilik olacak sekilde su cikariyor ve tencereye koyuyoruz. Bu meshur SB artik portakal suyuyla islandigi icin önce onu kurulayip sonra sekerimizi icine dolduruyoruz. Gene bir ölcü. Dört corba kasigi unu da üzerine serpistiriyoruz ki kivama gelebilsin. Bu nefis kokulu karisimi ocakta kaynatiyoruz.

Püf noktasi: Evde kimse yoksa arada kasigi büyük bir zevkle yalayabilirsiniz. Varsa bekleyin, en son dibini siyirirsiniz.

Güzelce kivama gelince iki corba kasigi sivi yagi ekleyiverip olayi bitiriyoruz. Artik bunun bitisi ve sogumasi firindaki kekin pisme süresine bi sekilde denk geliyor. Gelmezse bir bölüm daha Lie to me koyun.

Pasta yaparken en sevmedigim sey hep o vicik kremayla ugrasmak, onu ugrasa ugrasa düzeltmek ve her defasinda bi yerinde iz kaldigini görüp defalarca üzerinden gecmektir. Bu krema kendi kendini sürüyor, cok sevimli. Siz keki ikiye kesip arasina biraz bu kremadan biraz ananastir, muzdur koyup üst parcayi kapatiyorsunuz. Kafasindan assa bu kremayi bosaltinca o kendi kendine pastayi kapliyor. Az önce elimizin ayarini tutturamayip cok cektigimiz findiklarin kalanini da üstüne serpistirebiliriz.

Her serpistirme sirasinda yazilmaya calisan yazilar ya da rakamlar bi halta benzemediginden, en son care kalan findigi komple serpistirip sade bir tasarimla pastayi bitiriyoruz. Kek saklama kaplarindan birinin icine koyup iki üc saatlik bir üsüme macerasi icin dolapta acabildigimiz yere koyuyoruz.

Püf Noktasi: Önce dolapta uygun yeri acin, pastayi sonra kucaklayin. Aksi halde bi elde tutulmaya calisan pasta gözünü yere dikebilir.

Bana göre, alevli, yanarli - dönerli servis etme kismi en güzeli. Yanina arkadas olarak güzelinden bir köpüklü sarap ve hediyeler de varsa kim takar 29mus, 30mus...

Wednesday, September 22, 2010

Venedik



Ucak resmen adaya sürtünerek iniyor, bütün kanallarla ve vapuretto denilen vapurcuklarla gözgöze geliyoruz. Burunlarimiz cama dayali, agizlar Roma'dan kalma bir aliskanlikla acik...

Havaalanindan Hello Venezzia kartlarimizi edinip otobüse atliyoruz. Izmir'in Kentkart'ina benzeyen kartlarimizla üc gün boyunca Vapur ve Vapurcuklarla istedigimiz kadar hasret giderebiliriz. Büyük kanallarda vapurcuklar calisiyor, adim basi duraklari var. Binmesi de inip daracik sokaklarda kaybolmasi da cok keyifli. Bazi sokaklarin sonu bir kac basamakla kanala iniyor. Evlerin önünde sokak yerine kanal olunca, araba yerine minik sandallar parketmis duruyor. Komsunun kayigina arkadan bindirmek serbest. Karsidan karsiya gecerken keyif icin saga sola bakabilirsin. Köprüdesin, gondolcu sana carpamaz, en fazla laf atabilir. O da kendisi romantik bir hizmet sektöründe calistigindan hos görülebilir...

Adi gibi 1 numara olan bir vapurettocuk bizi otelimizin oldugu o güzel Lido adasina götürüyor. Upuzun sahili olan ince ve upuzun bir ada Lido. Otelimizi bu sefer elimizle koymus gibi buluyoruz. Denize 50metre, adanin eni zaten en fazla 250 metre. Ama plajlar kilometrelerce uzaniyor. Denize girmeyi sevmez ya da bilmez birkac kisinin arasindayiz. Akilda bir atlama oluyor, cunku bavullari odaya attigimiz gibi mayolari giyip plaja kosmusuz. Saat aksam 7bucuk, plaj 8de kapaniyormus. Kapanmasi ne demek onu görmek üzereyiz. En iyisi üstümüze kapatmasinlar deyip, denizle soyle kucaklasip, boy ölcüsüp cikiyoruz. Otelimiz cok güzel. Eski konaklar gibi. Yüksek bir tavani, agir oymali mobilyalari ve ahsap panjurlari var. Ama duramiyoruz, yine bir numara vapurcugumuza atlayip asil Venedik adasina geciyoruz.

Roma'da yanan omuzlar burda üsüyor biraz, hirkalar bulunmus bavulun dibindeki terk edilmis köseden. Istikamet San Marco meydani. "Siz cok yaklasmayin, biz fiyati saglam geciriyoruz" diye bakan beyaz eldivenli garsonlar pek sevimli geliyor bana. Ama yaklasmamak mümkün degil. Cafelerin girisine yerlestirilmis sahneciklerde orkestraciklar sahane müzikler yapiyor. "Masada oturuyorum, sampanyami iciyorum, cok param var, ne de güzel saciyorum" diyen adamlar daha bir coskuyla alkisliyor sarki aralarinda. Biz de alkisliyoruz, ziyafetimizi ayakta, güzel meydanin sahane isiklari arasinda sarilarak aliyoruz...

Sabah plaja gidemeyecegimizi kafamiza vurarak ve bagris cagris anlatiyor ahsap panjurlar. Tartismak gereksiz, zaten bakmamiz gereken milyonlarca karnaval maskesi ve Murano camlari var, vapurcuklar bizi bekliyor. Nefis meydandaki kuleye cikalim diyoruz, biz sira beklerken hafiften yagmur basliyor. Sarilmaya bahane yaratan rüzgarla yukarda bulusuyoruz. Yaninda bir de saganak yagmur getirmis. Simdilik tepemizde bir cati var. Biz de keyifle catilara bakiyoruz yukardan. Gözümde hep asiri romantik ve yumusak olarak canlanan venedik hircinlasmis sanki. Romantik gondollari adeta dalgalariyla tekmeliyor. Bir saati 100€ gondollarin pek umrunda degil. Romada günes icin semsiye acan VIP uzak dogulu turistler simdi yagmura acmislar semsiyelerini, ikiser ucer biniyorlar dalgalarla bogusan birörnek gondollara.

Yagmurun yavaslattigi zamanin icinde sakin sakin bakinirken, ciktigimiz kule bize bir can kulesi oldugunu hatirlatmak istiyor. Yavas yavas hizini alan, gercek anlamda bir essek kadar olan can, yeterince hizlandiginda beynimizi kafatasimiza vurmak suretiyle cinlatiyor ortaligi...

Aksam söyle bir vitrinlerine baktigimiz maskecileri geziyoruz. Kanllarin üzerindeki köprücüklerden geciyoruz. Maskecilerin komsular camcilar. Minik heykelcikler, takilar, vazolar. Madem böyle güzel bir camimiz var, herseyi yapalim demisler. Bir galerinin önüne gelince agzimdan bir Amerikan nidasi olan "vaov" cikiyor. Farkediyorum ki galerinin adini da Wow koymuslar, vitrini görenlerin ortak nidasi...

Yagmur bizle biz yagmurla inatlasarak geziniyoruz kanallarda. Köprücüklerde durup gecen gondollara ve gondolculara bakiyoruz. Gözlerinde bir an Esat-Ulus dolmuscusu bakisi yakaliyorum. Yok diyorum olamaz, sollamaya calismiyordur diger gondolu. Allahtan bir sarki söylemeye basliyor, oh diyorum, romantikmis.

Hala Italya'dayiz ama fiyatlar turistiklesmis, daha az lezzetli pizza ve makarnalarimiza daha fazla paralar ödüyoruz. Cok begenip ayrilamadigimiz cam baliklardan dukkan sahipleri de ayrilmak istemiyor olmalilar ki koyduklari fiyatlar, serce parmagim boyundakiler icin 15€dan basliyor, ki bazi insanlar caglar boyu bunun bir insan parmagi degil, oyuncak bebek parmagi oldugunu düsünmüstür.

Yagmurla inatlasmaktan vazgecip afroitalyan arkadaslardan birer yagmurluk satin aliyoruz. bu arkadaslarin en ilginc yani, ellerindeki cakma Gucci cantalarla yaniniza gelip "How much?" diye sormalari, yani "Kaca?". Pazarligin baslangic kisimlarini atlayarak "sen ne veriyosun ablacim?" kismindan basliyorlar. Parmesan ekmek gibi de satiyorlar, aferin.

Bizim burda zabita diye birsey var mi bilmiyoruz ama hic böyle seyyarindan satici yok. Demek ki bu isler de arz talep ve yasak isi. Burda yasaklar gercekten yasak. Kurallar bildigin kural. Insanlar daha gevsek ve rahat ama kurallar daha siki...

Diger günlerimizde günes hanim gösteriyor yüzünü, denizle bogusmuyor kucaklasiyoruz artik sakince. Lido'da kalmak gercekten bir avantaj oluyor bizim icin. Plajdaki evcikler cok hosuma gidiyor. Bunlar gölgeligi, bir genis yatagimsi sezlongu, iki normal sezlongu, dört sandalyesi, bir masasi ve arkada kilitli bir odacigi olan kulübecikler. Yanyana yüzlerce var ama sadece on onbes tanesi dolu. Agustos olmasina ragmen insanlar yüzmekten cok yürümeyi tercih edince, acaba burda yüzmek yasak mi ki? sorusu kapliyor icimizi. Italyan dolce vita ruhunu arkamiza alip atiyoruz biz kendimizi suya. Plaj sakinleri gayet sabit. Cikarken soruyoruz nedir bu kulübeciklerin kirasi diye, günlük 140€yu duyunca biz de bi an sabitleniyoruz.

Venedik beyin gondollariyla kavgasi bitiyor, sakin sakin gezintiler basliyor kanallarda. Biz vapurcuklarin acik hava kismindayiz. Bir de cay-simit olsa diyerek icimize cekiyoruz Venedik'i...

Alinmasi gerekenler listesinde ilk sirada olan gondolcu T-shirtlerinden her köse basinda satilani begenmiyor tabi ki benim bitanem. Cünkü benim degil, onun eli kadar isleme yapmislar Venedik diye. Sade seviyoruz biz, aramaya devam etmeliyiz. Icine kirilmaz insallah diye maske ve cam baligimizi da koydugumuz bavulumuzla son bir kez turluyoruz Venedik'i. Italya'ya da veda anlamina geldigi icin dört bir yani tariyor gözlerim, acaba ne yemedik, ne icmedik diye. Derken o sicakta bile neseyle sarki söyleyen flörtcü bir büfeci görüyoruz. Nese kaynagi kirmizi ickimizin adi Spritz. Icimdeki veda hüznünü alip serin bir nese veriyor. Zaten koleksiyonun son ve en nadide parcasi olan gondolcu T-shirtünü (hem de nakissiz, baskisiz ve tertemiz!) de bulup giymis diger nese kaynagim yanimda. Yeni maceralara yelken acmak üzere gün batiminina dogru yürüyoruz...

Friday, September 3, 2010

roma :hem eski, hem cok cok eski, hem yepyeni...

Uc dakika gecikmeye herkesin of pofladigi aktarmalarimizla Düsseldorf'tan Roma'ya ucuyoruz. Havaalaninda bizi sahane bir deniz kokusu karsiliyor, Izmir gibi kokuyor bize Roma. Birden yüzümüz gülüyor, yanaklara renk geliyor. Ortalikta otobüsleri isaret eden bir tabela yok. Biraz saga sora biraz daha sola yürüyerek buluyoruz armani gözlüklü, el sakasi seven ve cok neseli soförleri. Melodik bir tinlamasi var Termini'nin ama öyle dakik bir plani yok. Bu rahatlik bu keyif sariyor beni hemen. Kendimi en ön koltuga atiyorum, hic bir kareyi kacirmadan, cep telefonuyla melodik melodik konusan armani gözlüklünün ensesindeyim. Ciao Italiaaa!!

Cok guzel, cok eski, cok kocaman kapilari olan binalar arasinda oteli ariyoruz. Tabela yok, kapi numaralari bir garip. Yine biraz saga biraz sola gidip buluyoruz apartman dairesi otelimizi. Gicirdayan asansörle cikiyoruz odamiza. Hersey eski, oda yepisyeni.

Hemmen atiyoruz kendimizi sehre. Eski evler, eski sokaklar, yeni moda, eski heykeller, eski cesmeler, en yeni moda. Sabah kahvaltimizi Roma'lilarla birlikte bir kafede yapiyoruz. Orda adetmis kafede kahvalti, menude binbir cesit kruvasan (turkcesi nasi yaziliyo bilemedim iste boyle bisey)ve cappucino var ama "ayakta", oturursan fiyatlar katlaniyor.

Onceden dersime calismisim, planlar gidilecek yerler hazir. Elimde harita ve rehber kitaplar var. Dört yanimdan gelen su sesleriyle kendime geliyorum. Dört kösesinde birbirinden güzel cesmeler olan bir kavsak burasi. Kavsak kelimesi sanirim yakismiyo, Ankara'da kavsak olabilir. Ama burasi baska bisey, burasi da kavsak ama kavsak kelimesi durmuyo üstünde. Film seti gibi, gercek arabalar bir yakismiyor sanki sokaklara. Kitaba bakarak yürümek büyük hata, planlar yalan. Hepsini bitanemin eline tutusturup birakiyorum kendimi sokaklara. Büyük bir müze gibi tüm sehir. Ya da kocaman bir tablo gibi, bak bak bitmiyor.


Hava cok sicak, ama her köse basinda buz gibi su akan cesmeler var. Bi de nefis espressolar, bi de sahane pizzalar, makarnalar, dondurmalar...En güzel kahvenin icildigi meshur Cafe Greco'da ayakta espressomuzu iciyoruz, Gucci'ler, Pradalar kapi komsumuz. Bu eski tasli sokaklarda bu güzel topuklu ayakkabilarla nasil yürüyor bu kizlar? Ne güzel elbiseler bunlar. Daliyorum, elimde kahvemle uyuyorum sanki.

Gece perisan uzaniyorum eski binanin yeni otelindeki odamizda. Rüya gibi geciyor gözümün önünden cesmeler, heykeller, tatli sari isikli meydanlar. Daha dinlenemeden sabah oluyor. Kiyafet yönetmeligine uygun giyinip tutuyoruz Vatikan ülkesinin yolunu. Dünyanin en büyük katedraline giris yapiyoruz. Michelangelo karsiliyor bizi, ama uzaktan el salliyor sadece, camlar arkasindan. Burasi sasirmis bir yer. O kadar fazla ve güzel heykeller, o kadar abarti ve cok süslemeler, bir hasmet, bir zenginlik. Papayi ve bin kisilik Vatikan halkini tebrik ediyor ve Vatikan müzesi kuyruguna geciyoruz. Yaklasik bir saat duvar etrafinda kivrildiktan sonra ulasiyoruz kapiya. Etrafa bakmadan önce azcik oturup dinlenebilecek bir yer ariyoruz. Yani basimizda direktiflerini veren semsiyeli bir tur rehberinden kacak bilgiler ediniyoruz bu arada. Fotograflarina bakarken bile yoruldugum, Misir'dan gelmis mumyasindan eski Yunan heykellerine, Rodin'in düsünen adam heykelinden Dali tablolarina kadar herseyi toplamislar. Nasi bir yer burasi diyerek yorgunluktan perisan olarak Sistine Sapeline yani müzenin son ve doruk noktasina ulasiyoruz. Michelangelo bu sefer yerden göge kadar karsiliyor bizi. Ama diger turistik yerlerde de oldugu gibi burda da bir aksam is cikisi belediye otobusu havasi var. Sikis tepis bakiyoruz tavana, agzimiz acik. Her dilde anlatiliyor Michinin burayi yapis hikayesi, resimlerdeki ciplak figurler o öldükten sonra nasil sansürlenmis, nereye kendi yüzünü ciziktirmis, kimle alay edip karikatürünü cizmis Cince dahil her dilde defalarca yankilaniyor kalabalik duvarlar ve tavanda.

Yorgunluk engelleyemiyor, sürünerek de olsa devam ediyoruz. Nehir kenarinda beyaz sarap, en ünlü restoranda sahane bir pizza. Cok lezzetli Roma, tadi damakta kaliyor derken o büyülü sari isik icinde, mavi beyaz sularin aktigi meydanda müzik basliyor. Hayal degil, sahne kurulmus, anadilde opera... Programa bakinca aklim iyice sasiyor, yarim saat sonra Ispanyol merdivenlerinde Arjantin Tango gösterisi. Ucuyoruz oraya, günün sicakligini almis basamaklara birakiyoruz kendimizi. Serin beyaz sarabimiz, hala sicak cok peynirli pizzamiz, yine o güzel sari isik altinda tango.


Yeni güne en eski yerleri gezmek üzere yola cikiyoruz. Hedef Colosseum ve Palatin, Cesar'in ayak izlerini takipteyiz. 2000 yil kavramini kavrayamiyor aklim, öylesine heybetle duruyor yerinde; yigitlerin er meydani denen arena.

Gezmekle bitiremiyor, yemege ve bakmaya doyamiyoruz. Cocugumuz olursa adini Roma ya da Gelato koyalim diyerek havaalanina dogru yola cikiyoruz. Servis otobusunde gene en önde, secim otobusunden halki selamlayan politikaci gibi yerimi almisim. Sapkami aldim, gidiyorum. Ama üzgün degilim, cunku istikamet Venedik!!

Monday, July 26, 2010

Alman termometresi

Ilk geldigim zamanlar hep saygiyla ve anlamadan dinlerdim, uzuuun uzuun konusan almanlari. Arada bir gulumserdim, fikrini buyuk bir ictenlikle savunan, aralarda onay bekleyen bakislarla yuzume bakan heyecanli arkadasi. Daha sonra sorardim, neymis derdi diye. Bisey yok iste diyene de cok kizardim, bana niye anlatmiyosunuz dogru duzgun diye. Ne biliyim anlatcak birsey bulamadiklarini.

Hava diyomus, o kadar soguk degil aslinda. (-10) Bu kis normallere gore biraz uzun gecti gibi geliyor herkese (haftalarca kar kalkmadi, ne gibisi?) ama normalin tanimina uygun diyomus. (burda herseyin yuzdeli muzdeli bir analizi, bilimsel tanimi ve TÜV kaydi var) Meteorologlarin soyledigine gore (buranin tayyip erdogani gibi dusunun, surekli televizyonda, surekli onemli aciklamalar, dunyanin ikinci en uzun bos laf kalabaligi) bu sene son 75 yil incelendiginde (bunlarin hic isi yok) gayet de mevsim normallerinde denebilecek bir kis yasaniyormus. (eee? soguk degil mi yani?) Adam bize bunu iki bucuk saatlik bir konferans olarak anlatiyor. Verileri ezberlemis de gelmis, virgullu.

Hayir kendisi meteorolojide falan okumuyor, bildigin duz vatandas. Seviyo adam napsin? Evine en az (biri dijital ve gelecek uc gunu de kapsayan hava tahminlerini, nemi, basinci falan da gosteren) uc adet termometre koyuyor. Neyse bu da boyle bir tip heralde diyosun. Zaman geciyor, bu davranisin bir gelenek oldugunu, bu termometrelerin bizim caydanligimiz ya da misafir terligimiz gibi bir sey oldugunu goruyorsun.

Havanin soguk olacagini termometreye bakmadan zaten virguluyle birlikte gorebiliyorsun. Giyiniyorsun ona gore kazagini, montunu. Virgul bes daha sicak olsa ne, olmasa ne? Kis iste, Ankara gibi, nedir yani? Baska derdin mi yok diyesim geliyor. Yook! diyecekler diye korkuyorum. Yok gibi gercekten. Olsa kim takar kizarmis patatesin kac dakika kac saniye kizardigini, ya da kim iki tane otomobili vincle kaldirip yere atar, hangisi daha once yere duser testi icin? Bizde en fazla hafif top ve agir top atilirdi, ayni anda dusuyolarmis aferin denir, gecilirdi.

Bizim de derdimiz yokmus ki golde gezelim demisiz. Kahvemiz ya da daha guzeli cayimiz termosta. Oh ne guzel buranin dogasi diye kiskanarak tertemiz gole bakarken bir beyefendi gorduk. Yuzuyor. Sanirim termometresi "bugun yuzulebilir, mayoyu falan da bosver, bosa yuk yapma" demis. Goz alici doga gozumuzu alsa da maruz kalmasak beyefendinin giyinisine yarebbim... Ne kadar ugrassan da kayiyor demek ki...

Usumuyor adamlar. Kizlar da yaz-kis gardrobu ayrimi yok. Mini etekler her daim moda, bizim gibi tayt zengini de degiller. Fistik gibi giyiyor ince corabini, tikir tikir izmir kizi gibi geziyorlar. En guzeli, kimse pesine takilmiyor, cesitli isteklerini yaka bagir acik tespih sallayarak beyan etmiyor, ya da elini atmiyor kizin biyerine.

Yaz versiyonunda isler tersine donuyor. Ben kirk kere bakiyorum hava durumuna, tayyipleri bile dinliyorum. 35 diyor, yemin edicek adam nerdeyse. Bize sicak havada neler yapmamiz gerektigini buyuk bir ciddiyetle sayiyor, tayyibin uc cocuk derkenki suratiyla. Bi kalem hisirtisi yukseliyor acik pencerelerden, yaz acemisi almanlar not aliyorlar.

Yine de tam guven verememisler bana, cantamin icine sikistirmisim ince bir hirka. Parka gidiyorum, guneslenme grubunun arasina giriyorum. Haliyle basliyorum etrafa bakinmaya, bikinilerine bakiyorum kizlarin. Tam bir Sincan krosuyum. Benden baska bakinan yok. Grubun uyesi bir kac erkek, yonlerini kizlara gore degil gunese gore ayarliyorlar. Pisst pissst! sesleri geliyor, hayir kizlara degil. Gunes kremi fisfisliyor adamlar.

Friday, July 9, 2010

"Hocam nisanlim bana hep "doch" diyor!?"

Orta birde hic istememistim Almanca ogrenmeyi. Misler gibi secmeli resim dersi dururken benim artikel ezberlemem beklenemezdi. Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinden gelen harika bir kadin, bazen gelisi sirtinda bir cuval kille olurdu. O harika kolyeler ve yuzukleriyle sirtlanirdi koca cuvali. Benim gibi minik minik elli 11-12 yasindaki cocuklardi emek verdikleri. Yarisi zaten belese bes veriliyordur diye gelirdi. Seneler sonra daha iyi anladim o geometrik uc boyutlu sekillerden yaptigimiz heykelleri ya da cizgi calismalarini, tasarim birinci sinifta temel tasarim dersinde cok cok benzer seyleri yaparken. Ismi degismisti aslinda, odevken kosskoca "Proje" olmustu.

Bu en sevdigim ders, gozumu ayirmadan izledigim o guzel kolyeli ve yuzuklu kadinin gitmesiyle ertesi sene acilmadi. Saclari da cok guzeldi, kisacik ve kipkirmizi. Seneler sonra kuaforun "nasil olsun" sorusuna verdigim "kisa ve kirmizi" cevabi o zamanlar yerlesmis galiba dilimin ucuna.

Kolyesi ve kupesi altin, etekleri diz alti tombul biri geldi, hic de bakmadim o tarafa. Bu sene secmeli zorunlu secmeli ders olan Almanca'yi almam gerektigini, gecen sene bu dersi almayan ben ve diger belesci arkadaslarim icin yeni baslayan almancasi sinifi acacaklarini soyledi. Gitti. Dersi de acmadi. Bizi sanki dunyanin en normal hareketiymis gibi almanca iki denen siniflara dagitmis altin yuzuklu parmaklariyla. Aciklamaya gerek yok, 11-12 yasindaki salaklariz. Muhattap olmaya gerek duymamis.

"Benim dersim de onemli, ben de ogretmenim burda!" hirsiyla kendini bizi hirpalamaya adamis, hayatinda sanirim hic gercek bir almanla konusmamis bir almanca ogretmeni ile karsi karsiya oturuyordum. Normal olarak anlamiyordum ve o yamuk kesilmis biyiklarindan baska ilgiyle incelenebilecek hic bir yeri olmayan beyefendi beni gittikce daha fazla boguyordu. Utanmadan yaptigi sinavlarda kagidima not veriyor, karneme de 3 ve 1 rakamlarini yazip, bir de ustun yetenek gosterip ortalamasini alip 2 veriyordu. Bu iki benim ilk almanca notum oluyor ve yillarca almanca dendiginde gozumde sirasiyla altin altin yuzuklu bir el, yamuk biyigin altindaki agizdan cikan anlamadigim kelimeler ve guzelim beslerimin arasindan bana bos bos bakan secmeli ders notum olan 2 canlaniyor.

Liseye BALa geliyorum, bizim ingilizce okudugumuz gibi ortaokul ve liseyi almanca okuyan insanlarla tanisiyorum. Anlamsiz geliyor, boyle anlamsiz bir dilde birseyler yapmak. Hic orali olmuyorum, hic ustume alinmiyorum, ikide birakmisim almancayi, uce gecmeye niyetim yok.

Asik oluyorum sonra, askimizin almancayla bir ilgisi yok. Tatli tatli turkce seviyoruz birbirimizi. Almanca ogreniyor o, doktorasi onu bekliyor almanyada. Hala ustume alinmiyorum, hic hayalimin ucunda yok almanya. "Ben gidiyorum." diyor bir gun. Artik dile getirmek zorunda kaliyor, cunku ben almancayi ustume alinmadigim gibi onun gidisini de alinmiyorum. Aliniyorum icten ice beni birakip gitmesine, ama "ben de giderdim" diyorum ona,"negzel gidiyosun bak yasasin" diyorum. Tezimi yaziyorum ellerimle, gozlerimle agliyorum, kafam darma duman.

Uzun uzun geciyor gunler, kocaman eve bir sessizlik cöküyor, anlamini hic anlayamadigim almanca gibi oluyor hayatim. Birileri birseyler söylüyor, anlamiyorum, anlamsiz cunku artik hersey. Anlamak icin tek bir yolum var artik, Goethe. Adi ustunde zor bir durum.

Parmagimda yüzügümle gidiyorum Goethe'ye. Burasi sevip de kavusamayanlarin sinifi, yani Aile Birlesimi vizesi almak icin baslangic seviyesinde almanca ogrenmesi gereken, sinava girip de sertifikayi alamazsa sevdicegiyle anca ruyalarda veya internette bulusacak insanlarin sinifi. "Besinci kezdir giriyorum sinava, gene alamazsam sertifikayi bosiycam bu adami" diyor kusadali delikanli kadin ders baslamadan. "Nisanlimi bir gun gordum sadece" diyorum, "sizin de mi anlasmali evlilik abla" diyor benden en az on yas buyuk adam, simit veriyor bi de, "gevrekciyim abla ben, kumrum da var." diyor. Kucuk bir kiz var diger yanimda, "17 yasindayim ama nikaha kadar 18 olucam, senin nisanligin ne renkti, kabarik miydi etekleri?" diyor. Basim donuyor, hoca gelip de "guten tag"lasmaya baslayinca acamiyorum agzimi. Kusarim gibi geliyor acarsam, kilitleniyor cenem. Sevmiyorum, ben resim dersine gecis yapmak istiyorum, nereye gitti guzel kizil sacli?

Hulya'yi seviyorum gun gectikce, onun da guzel bir yuzugu var. Cok ugrasiyor bu almancadan tiksinmis, zorla ogrenmek zorunda kalislarindan direncli, "oraya bi kapagi atsam tek kelime ögrenmicem" kafasindaki insanlara bi kac puan daha kazandirmaya. Tersliyorlar Hulya'yi, cok üzülüyor. Onu suclar gibiler bu kanun yüzünden, gözleri doluyor, bana bakiyor, gülümsüyorum. Rahatliyor, arkadas oluveriyoruz oyle. Dersten once dedikodu yapiyoruz, anlasmali evlilik yaptigi 20lik delikanliyla sarmas dolas olan delikanli kusadalidan bahsediyoruz. Almanyadaki kozmetik dukkanlarindan, biralardan, patateslerden konusuyoruz. Kordonda bir bira-patates aksami icin sozlesiyoruz.

Siliniyor aklimdan yamuk biyikliyla altin yuzuklu. Severek ogreniyorum artik, 2 falan da degil notlarim, 98lerde geziyor. Yuksek notlar aldikca seviyorum, sevdikce daha cok ogreniyorum. Almanca mesajlar atiyorum sevdicegime, her ogrendigim yeni fiil ve kelimeyle. O da rahatliyor, gozune farkli gorunmeye basliyor almanya. Evimizi dusunuyoruz, neler neler yapicaz ben gidince. Ama once bu sinif arkadaslarimla ayni kefede ayni savasin neferiyim. Kendini tanitma kisminda taksi soforu oldugunu ogrendigim arkadasim, "ben baglama yapiyorum esasinda, baba meslegi. ama diyemiyorum ki almancasini, taksi soforu diyorum geciyorum." diyor. Seviyorum gozunu sevdimin almancasini, hergun binbir kufur yiyen, kavga dovus ogrenilen almancayi. Ölüm kalim meselesi olmus burda, nefretle ve hirsla ogreniliyor. "ogretmenim nisanlim bana hep doch diyor, ne demek ki bu?" diyor araba tamirciliginden hasta bakiciliga gecmis, ama ikisinin de ayni oldugunu dusunen, "benim orda isim hazir abla, nisanlim is bulma kurumunda calisiyor" diyor. Notum yuksek diye mi abla oluyorum, yoksa cok mu artti sacimdaki beyazlar? Anlamiyorum. Anliyorum ki bu alman-ca ortamlarinda olay bu. Anladigin kadariyla yetiniyosun...

Sinav gunu nikahima denk geliyor. Goethe'de sinavdan cikip nikaha kosan ilk ogrenci oluyorum. Hediye verip tebrik ediyorlar. Kiyafetime dudak bukup "boyle mi gidiceksin nikaha?" diyorlar. Yok diyorum, tuvalette degistiricem. Boyle gitsem daha iyi olacakmis gibi bakiyorlar. Ellerim titremis sinavda hep zaten, gecicegim olasilik olarak yuzde bin de olsa ucunda bir kavusma durumu var iste. Stres hersekil buluyor insani. Sözlü sinavda nefes nefeseyim. Niye bu kadar heyecanlandim, anlamiyorlar. Aslinda depar atmisim yandaki kafeye, nisanlim orda, esim olmak icin bekliyor. Onun yanindan gelmisim. Bi iki sacma cumle kurdurup gonderiyorlar bizi. Konfetileri olsa aticaklar arkamizdan, sevgiyle gonderiyo beni kader arkadaslarim.

Nikah, dugun, vize... Birden almanca alisveris yaparken buluyorum kendimi. Anladiklarim anlamadiklarimin yaninda cok kucuk, ama yetinmeyi ogrenmisim bir kere. Para cokomel konusunu cok iyi halledebiliyorum.

Yeni bir kursum, yeni kader arkadaslarim oluyor. Biri japon, biri rus, biri iranli, bi de ben turk, dort kisi, dort aile birlesimi vizeli, turk kahvesi iciyoruz bizde. Almanca fal bakiyorum. "Doch!" diyorum bir soruya cevap olarak. Yuzumde yine cok kocaman bir engel asmis gulumseme. Bi dahakine "doch doch!" diye ikilerim diyorum icimden, cok egleniyorum...

Wednesday, July 7, 2010

Oyuncak tasarliyorum, evet. Para kazanmiyorum, hayir.

Tasarim bolumunun son sinifina gelince ODTÜ'de bir telas aliyor insani haliyle. "Sec bakalim bitirme projeni. Ama dikkatli ol, bu is ciddi bak!" deniyor. Karinda bir agri, eller - gozler telasli geziniyor insan bir sure. "Ben sectim coktan, zaten orda staj da yapmistim. Hatta bana maas bile bagladilar, mezun olunca isim de hazir. Yarin da hisse vericeklermis..." diye gezen canim arkadaslarima sinir olurken farkettim. Ben bu isi seviyorum ama bu sekilde bir rekabet-kiyamet ortamini degil. O gun farkettim elimde gercekten, sadece su guzellik yarismalarinda sakaciktan verilen sihirli degnegin oldugunu. Ve onu dokundurmak hatta iyice dürtmek istedigim yerler oldugunu.

Daha once sadece catilmis coplerden yapilmis oyuncaklarla oynanan bir dunyadaydim. Degneklerin binlerce liraya satilabilecek koltuklar diyarinda kilic misali tokusturuldugunu, bu alana pek ugramadigini farkettigimde kararimi vermistim. Oyuncak tasarlayacaktim. Hem de bu surekli "engelli" denilen cocuklara.. E madem biliyoruz engelli, biri de ucundan tutsa da kaldirsak su engeli. "Ay sekerim, ne kadar hayir sever kadirsinas bi insansin." seklindeki takdirlerden cok topladim. Hic de hayirseverler kermesi duzenleyesi gelen bir ruhum yoktur aslinda. Cozulmemis sorunlar, gelmemis ilhamlar ve ucu acik tasarim fikirleri icinde bogulmus bir alanda tasarim yapmaya calisan biriyim sadece. Ben de cok korkuyorum gercekten, hiperaktif bir cocuk beni cok sevmesine ragmen elindeki oyuncagini hizla bana firlattiginda. "Suna bir ip mip bisey baglasak da firlatamasa..." diyorum ben, "ayyy nasi dayaniyosun sen yaaa benim cok moralim bozuluyo onlari gorunce" diyo baskalari. Anlamiyorum. Ciziyorum ipli oyuncagi kaslarim catik. Sevgi pitircigi gibi bir durumum yok.

Bitirme projesidir, master arastirmalaridir derken daldim iyice bu konunun icine, kafamda binbir fikir. Kafadaki fikirler biraz daha beklesin ben biraz para kazaniyim dedim, zira kimi canim arkadaslarim bana kartvizitlerini verirken icinde kidem tazminati ya da yil sonu primi gibi seylerin gectegi cumleler kurmaktaydilar. Sevemedim ama cok uzgunum. Ben bu ortamlarda kaslarimi catip cizimlerimi yaparken, yan masamdakilerin kuyumu kazdigini, kocaman mudurlerin beni piyon gibi ortalara ittigini goremedim hic. Bir suru uretim deneyimi, is baglantisi ve sacimda on iki beyaz telle ara verdim ben bu ortamlara. Ha aralarda zorla soktum uretime bir iki oyuncak - urun. Kiymetini bilen oldu mu, donup arkama bakasim bile gelmiyor. Sevmiyorum bu hesaplar icinde kaybolmus muhasebeciden cok muhasebeci zihniyetleri. Ben baglanti detaylarini, malzemeleri, olculeri hesaplamayi seviyorum. Bi de cocuklar benim oyuncaklarimla oynarken kahkahalar atiyorlar bazen, onu cok seviyorum.


Iki kez UNESCO adi altindaki "Creativity Workshop / Toy for Rehabilitation" (yaraticilik calistaylari / rehabilitasyon oyuncaklari) organizasyonlarina katildim. Para kazanmadim, hayir. Biriyle tanistim orda, yaptigi isi bu kadar sevemez kimse. Kimse bu kadar hissedemez ihtiyaclari, boyle eglenemez eglenceli cozumler bulurken. Benmisim megersem o. Orasi benim evimmis...

Ellerini aylardir suren terapi boyunca kaldirmak istemeyen, hergun bir saat boyu zorla yaptirilan terapi hareketleri sirasinda hep aglayan Sofinin dunyasina girdim ben. Benim taze almancami cok sevdi Sofi. "Wie heißt du noch maaal? / Adin neydi bakiim senin?" dedi bana hep gulerek. Bizim ozel selamlasma tarzimiz oldu bu iki kisa gunde. 10 yasinda Sofi, cok guzel turuncu bir cantasi var. Sinifin cool delikanlisiyla da tanistim, kirmizi bir ferrari kullaniyor. Okulun en havali akülü arabasi bu... Bu aptal cocuk oyuncaklarini vermeyin bana diyor, 14 yasindaki bedensel engelli Jens, ama terapist napsin. Bu oyuncaklara hep ayicik mayicik cizmis ureticiler, oyuncak ya iste. Ayi olmasi lazimmis ustunde..."Kapiyi kapatalim" diyor, kizlar gormesin onu kucakta, bazi kizlarin onun kucagina oturma ihtimalini kaybetmek istemiyor...

15 ulkeden gelmis 20den fazla tasarimcilar, mimarlar, terapistlerle yasiyorum toplamda iki hafta. Dunyanin obur ucundan Chile'den gelen oda arkadasimla sasiriyoruz hayat tarzimizin benzerligine. Mozambikten Brezilyaya, Koreden Ugandaya vuruyorum kendimi. Almanlarla cocuk oyunlari oynuyoruz, Taylandla zeka oyunu oynuyorum. Italyayla kirmizi sarap iciyorum, Hirvatistanla cekirdek citliyorum. Rusla gunesleniyorum sogukta, Israille ne de guzel arkadas oluyorum. Bakiyorum, kan yok ellerinde. Halbuki askerligini de yapmis ufak tefek kizimiz, Tank komutaniymis. Aklim sasiyor Japonun elektronik oyuncagi sak diye yapip calistirivermesine. Bir BMWnin yanindan gecerken "ben bunun tasarim ekibindeydim" diyor Amerikali cok unlu tasarimci, hadi ordan diyorum. Ama gene de imzali bir araba cizimi aliyorum kendisinden, cok guluyoruz her oyuncaga ille bir iki tekerlek takmasina.

Gunler cok hizli geciyor, yorgunluktan bayilmak uzereyken tutuyorum kendimi hep. Portekize sormak istedigim sorular var daha, Mexicoyla gobek aticam. Dans dersinde Tarkan dinliyorlarmis, figurlerini gostermek istiyor bana. Sabah 7de kalkiyorum, "günaydin" diyorum, "buenos dias" diyor Chile. Kafa ingilizceye gecemiyor hemen.

Geciyor gunler, gercekten su gibi iste. Birisi yardim istiyorsa bil ki seni taze tasarlanmis bir oyuncakla oynaticak. Kosuyosun coskuyla ordan oraya. Cok faydali masaj yontemlerini de hemen not ediyorum kenara, Gayatri basi agriyanlari iyilestirirken. Koca tencerede turk kahvesi yapiyorum, fal bakiyoruz. Cok kocaman bir agac cikiyor bana, "hayirlisi" diyorum...

Oyuncaklari tasarlayip, modelleri yapip bir hafta sonra tekrar geliyorum okula. Noel baba gibi karsilaniyorum, yepisyeni oyuncaklar elimde. Once temkinli yaklasiyorlar bana ve oyuncaklarima. Gosteriyorum, beraber oynuyoruz biraz. Basliyor kikirdamalar, beni unutup oyuna daliyorlar, kahkahalar elele tutusup donmeye basliyor etrafimda. Sonra birakiyorum kendimi, fonda bir sarki caliyor ben onu duyuyorum sadece:

Su olsam, ateş olsam
Göklerdeki güneş olsam
Konuşmasam taş olsam
Yine de oynar mısın benimle

Susulsam, kusur olsam
Ağızdaki küfür olsam
Doğuştan esir olsam
Yine de oynar mısın benimle

Sayılmasam kaç olsam
Topraktaki güç olsam
Aptal gibi suç olsam
Yine de oynar mısın benimle

Tuesday, July 6, 2010

Master yapmis insanim, yemek mi yapamicam?

Mutfak konusunun tamamen zaman ve mekana bagli oldugunu dusunuyorum. Zamanin varsa evi ocak basina bile cevirebilirsin. Mekan olarak da musaitse tabi...
Biraz da inatlasma konusu. "Su akilsiz uyuz kiz bile ne borekler corekler yapiyor, ben mi yapamicam? kralini yaparim!" diyip onlugunu taktiktan sonra iki seye ihtiyacin var:

1. cesaret
2. internet baglantisi olan bir laptop

Urunlerinin tadina bakan bir de dunya tatlisi buldun mu Emine Beder (hatta Bether) yolundaki hizli yukselisinin onune kimse gecemez. Degerlendirme kriterleri:
1 numara: Anne kalitesinde olmus.
2 numara: cok guzel olmus, ama...
3 numara: sunu soyle yapsan sahane olacakmis.
kriterler bu cercevedeyken gerekli cesareti bulmak icin ugrasmaya gerek yok.

Eger ki universitedir, masterdir ugrasirken ev kizlarinin altin gunlerinde topladigi deneyimi ve puanlari kacirdiysan kisa yoldan telafi sistemine giris yapman lazim. Hedefler acik:

1. Manti
2. Yaprak Sarmasi
3. Herhangi bir kebap cesidi...


Manti:
Butun olayi hamuru. Ne zamanki eline yapisan hamurlar seni birakip top gibi sana bakmaya baslarsa o zaman olmus demektir. "Hamurdan korkarsan icinden cikamazsin, heryerine bulasir." demisti annem. Kimin patron oldugunu gostericeksin, gucu gorunce hizaya gelir o ;)

Gerekenler listesinde ikinci siraya oturan internet baglantisi sayesinde her turlu tarife ulasildigina gore malzeme listesi vermeme gerek yok. (Portakalagaci sitesini tavsiye ederim ama...) Amacim tarifte yazmayan, karsilasilabilecek baobablarin uzerinden atlanmasini saglamak.

Her zaman deneme - yanilma yonteminin deneme kismina baliklama atlamak lazim. Yanilma o kadar da kolay degil, hele ki elinde tarif varsa...

Hamurdan kucukken oynadigimiz plastik toplar kadar (hani bordo ya da mavi olurdu, cok sert bi sunger gibi. bir, iki, uc buccuk, dort, bes, alti buccuk... onlar kadar) bir parcayi koparip deneme ve insallah yanilmama kismina baslayabiliriz. oraya buraya, masaya ya da merdaneye yapismasin diye etrafa un serpmek gerekiyor. sonra amac belli, evhanimlari birligince aciklanmis manti hamuru kalinligi diye birsey olmadigina gore, olsa bile unlu ellerle kumpasimizi alip olcemeyecegimize gore, goz karari oldu diyecebilecegimiz incelige inene kadar hamur uzerinde gidip gelmek. Bunu yaparken fotograf falan da cekilirse facebookta cok sahane karizma yapabilirsiniz.
Sorasinda kare kare kesip, icine kiymayi (biraz baharattir, sogandir zenginlestirmek lazim, tariflere bakicaz artik...) koyup, buyuk bi sabirla kapaticaksin. Bitti. Amacimiz puan listesinde hizla yukselmekse servis kisminda ruhumuzu katicaz. O naneler pul biberlerle tango yapicak... Ya da kendisini beraber yapmisiz gibi hissetsin diye sevdicegimize vericez baharatlari, ruhu o katicak. Bi guzel keyifle yicez...

Sarma:
Aslinda sarma zor kabul ediyorum, kendisi baobab yapragindan yapiliyor diyebilirim. Ne zaman yapsam tuzlu oluyor, anlamadim gitti. Bir milyon yil mi beklemek istiyor bu yapraklar suda?
Sarma seklini ogrenmek tamamen pratik isi, bu isi bilen birinin yanina yanasip biraz mesai yapilacak mecburen.

Malzemelere falan bakarken Laptopa dikkat, o sari sari su elden guzelim klavyeye damliyor bazen. Bir de sarmak saglam bir mesai gerektireceginden guzel bir film bulup elleri kirletmeden once ayarlayip hazirlamak lazim. Sarma ruhunu yakalamak istiyorum diyenlere "Bos Cerceve" filmini oneriyorum.
Pisirme kisminda da dikkat etmek lazim, tatktik belli: Pistigini kokusundan anlayan anne seviyesine gelene kadar tencere basinda catalla nobet tutucaksin, bol bol cig pirinc ve yaprak yedikten sonra pistigi an nasil olsa yakalanir ;)

Ali Nazik: Adiyla ve tadiyla yureklere taht kuran ama bir o kadar da basit olan yemegimiz. Eger bunu misafire yapicaksak kendimize közlenmis patlican dumanindan kurtulmak ve ocagi temizlemek icin gerekli zamani mutlaka tanimaliyiz. Hem onceden kozleyip yogurtlarsak sarmisak tadi cok guzel yerlesiyor...

Kiymali yapmak cok pratik, baharattir sogandir kavurunca bitti gitti. Zaten servis yaparken dumani ustunde tutsun diye bir de salcali sos patlattik mi, onu bir de masada en kral iskenderciymiscesine tabaklara doktuk mu puan listesinde en ust siraya oturduk demektir. Yanina hele bir de suslu bir pilav koyarsak, "Ay sekerim cok doyduk, eline saglik. Sen bi kebapci ac bence..." denecektir. Kis kis gulebilirsiniz ve "Ay lutfen tatliya da yer birakin!" diyerek showunuza devam edersiniz ;)

Stadyumda acik hava sinemasi keyfi



Gelmeden tek bildigim sey Borussia Dortmund takimiydi, onu da nasi ogrendiysem, hic de Bundesliga takipcisi bir insan degildim. Futbolla iliskim agzima takilan "Turkcell super Liiiig, hic bitmesiiin" sozleri kadardi zaten. Bir de iste milli maclarda olusturulan ufak capli tribunlerde ortama ayak uydurmuslugum vardi.
Aslinda futbola bu mesafeli durusum sanirim 5-6 yaslarinda yasadigim o korkunc olaya dayaniyor:
Sakin bir pazar ogleden sonrasi, oturma odasinin perdeleri kapanmis. Babam ve simdi hangisi oldugunu hatirlayamadigim 4 amcamdan biri mac izliyorlar. Benden cay mi istemisler, ben mi ablalarim yapabiliyorsa ben de yaparim diye koca tepsiyi yuklenmisim, hatirlamiyorum. Beyaz coraplarim yumusak halida yavas ve dikkatli ilerlerken tum dikkatimi caylara vermistim. Ve o, su anda en fanatik futbol hastasinin bile hafizasindan coktan silinmis gol oldu. Gol oldu ve o yari uykulu husu icinde mac izleyen iki adam bagararak ayaga firladilar. Korktum. Tek kelimeyle...

Sokakta yururken bir ikisine rastladigimda bile cok korktugum futbol magandalarindan (burda sadece maca giderken "doner bicagimi nereme soksam daha kolay stadyuma sokarim" dusuncesini tasiyan magandalari kastediyorum) binlercesinin biraraya geldigi bir ortama ozgur irademle girmeyi dusunmedigimden hic maca gitmemistim. Ama Dortmund'a geldigim ilk aylarda katildigim en guzel aktivitelerden biri BVB-Bochum macina gitmek oldu. Signal Iduna Park ismiyle gecen stadyumlari cok guzel. 30bin kisinin tek vucut zipladigi Süd-tribun (tribunlerin guney kismindaki kale arkasi kismi) cok etkileyici.
Dun aksam da bu guzel ortama RobinHood filmini izlemek icin gittik. Kapida bizi karsilayan oklu-yayli-entarili gencleri gorunce "bunlar filmi canli mi oynicaklar acaba" sorusuyla devasa tribunlere giris yaptik.
















Eglenceli organizasyonlar konusunda basarili olan ev shibi halkimiz cok guzel acik hava barlari, minderli-hamakli yayilma yerleri, cok bira ictigime arpam cok gelio diyen genclere de cesitli ok atma ya da langirt oynama yerleri yapmislar. Futbol sezonu kapaninca hemen bu yapilari eklemisler. Iki ay suresince konserler, filmler ve tabi Dunya Kupasi maclari dev ekrandan tribun atmosferinde izleniyor. sonra hic bir seye usenmeyen ev sahibi halkimiz bu yapilari tek tek söküp onumuzdeki yaz yeniden kurmak uzere depoya kaldiriyorlar.

Burda film izlemek cok keyifliydi demek isterdim ama biz sadece soslu cipslerimizi ve cirkin sekerli popcornlarimizi yiyip, filmin calismadigini belirten (amanin almanya icin buyuk uberaschung !!) anonsa muteakip paramizi ve istedigimiz zaman kullanabilecegimiz hediye biletlerimizi alip evin yolunu tuttuk.

Cok guzel bir haziran yagmuru altinda cok guzel bir parkimiz olan Westparkimizdan gecip cok guzel islanip evimize geldik...

Westpark:
bizim arka bahce gibi kullandigimiz parkimiz. mangalimizi kolumuzun altina sikistirip aksam yemegine bile piknige gidebildigimiz, kendimizi ODTÜ 5.yurt onundeki cimenlerde hissetmemizi saglayan top oynayan, ip ustunde yuruyen, dans eden, yanan lobutlar ceviren genclerin oldugu park. gunduz de cok guzel bikiniyle guneslenme imkani var. yanina havlusunu serip oturan adam senin orana burana degil kendi orasina burasina bakiyor. "Ay buram pek yanmadi, soyle mi donsem acaba?" diyerek...

Cok guzel haziran yagmuru:
Serdar Ortac sarkisindaki yaz yagmuru gibi sakin degil. Bu yagmur tanelerinin iriligini anlayabilmek icin herhangi bir markete gidip salataliklara bakilmasi tavsiye edilir.

ilk adimlar


Yürüyorum, bazen atlaya ziplaya, bazen susup önüme bakarak, bazen de parmak uclarimda "orda ne var ki acaba, senin boyun uzun sen baksanaaa!" diyerek.
Hüzünlü ve yasli denen Türkiye'de 27 yil (hadi bir bucuk yasimda yurumus olsam, 25bucuk yil) yurudukten sonra simdi Dortmund'dayim. Bazen de merakli adimlarla cesitli Avrupa sehirlerinde, turistik yuruyuslerim oluyor. Yanimda en eski arkadasim, kalbimin en torpillisi, esim derken gulumsedigim ama tam bir yildir hayat esim; Alper. Uzun boylu olmasi disinda iyi de bir turisttir.
sadece yurumek icin degil, haftada bir iki kere de tango yapmak icin beraber adimlar atiyoruz. tango icin "erkegin liderlik yaptigi, kadinin takip ettigi bir danstir." diyenler varmis. Onlar Alman panzeri gibi dans eden kadinlar, ya da "kiz bulmak icin son umudum bu dans kursu." demis erkekler olabilir. Tango bize bi yere gitmesek de beraber yurumeyi sevdigimizi hatirlatiyor...
Bir de guzel evimizde attigim adimlar var tabi. Ogrenci evimde sadece kendim icin yaptigim, benim "uydurmasyon" ama kokos ortamlarin "füzyon" olarak tanimladigi tariflerden, gercek bir turk mutfagina gecerken attigim adimlar... Arada kestirme yollar, alman mutfagina ufak ziyaretler, kucuk capli yaniklar ve caktirmadan cope giden denemeler de olmustur.
Bu gidisler arasinda karsima cikan baobablari benim 1bucuk metre civarindaki goz hizamdan takip edebiliriz...