Tuesday, November 23, 2010

...

Cok aci ama bugün bi sevdiginizi kaybedebilirsiniz. Siz böyle saga sola bakarken, akliniza bile getirmezken, o hep orda sanirken, o sessizce cekip gidebilir. Siz ardindan sessiz kalabilir misiniz bir ölümün?

Hayat birden durur. Hizla akan sokaklar yok olur, isler ve siz dururken akmaya devam eden zaman yabanci olur. Dua gibi ama etkisizce döner durur "Ben simdi onsuz napicam?" cümlesi, anlamsiz, diger hersey gibi...

Uzagimizdayken ne kadar kolay üzerine konusmasi, sakalar yapmasi. Biraz yaklasip da sogugunu ensemizde hissedince bir durmak lazim. Hayati kendi ellerimizle bir durdurmak, islere birazcik ara vermek lazim. Bir an nefes alip bir düsünmek, kulagimizi cekip bi tahtaya vurmak lazim. Gercekten önemli olan seyleri düsünüp, bos yere catilmis kaslari bir gevsetmek lazim.

Ölüm (ya da hayat) daralan bi cember, bir avuc insan icinde elele, sirt sirta bekliyoruz iste. Biri disari cekilmeden ne kadar vaktimiz var? O kadar genis mi kollarimiz her bir sevdigimizi sarmaya? O kadar cok güzel sözümüz var mi, biri gittikten sonra pisman olmamaya, keske dememeye yetecek kadar?

Wednesday, November 10, 2010

yagmur ve kahve

Gözlerimi sikica yumup hayal ederdim. Birinin beni bir helikopterle Gölbasi'ndaki o fabrikadan alip Dortmund'a ucurdugunu, o yagmurlu günde bi fincan kahvemle kitabimi okudugumu hayal ederdim. Ayaklarim sicacik kalorifere yaslanmis, dizlerimde kirmizi battaniye ve sevdicegim. Cok derinden ic cekerdim. Gözlerimi acinca bana bakardi cerrahi el yikama ünitesi, benim istridye sekilli, hakedilmeyen güzellikteki lavabom.

Cok üzülmüstüm keci sirketimi kuramadigimda. Keci adini haketmeyen bir vazgecisle kabullenmistim yenilgiyi, kucagimda oyuncaklarim, ellerim bombos...

Kalbim kirilmisti sonra, onca yazismadan sonra üzgünüzle baslayan profesörün red mektubunu alinca. Ve sonra bir baskasi, baska bir yer, baska üzüntüler ve özürler...

Yolundan mi sapti emeklerim, nedir kendime bunca eziyetim? Kahvem elimde, kucagimda kitabim. Daha önce beni üzen kalbimi kiran yenilgileri düsünüyorum. Onlar gerceklesmis olsaydi simdi nerdeydim? Yanlis seylerin pesinden kosarken yola sokmus beni bu ne yazik kili cevaplar. Istedigim yere getirmis.

Hadi diyor simdi, hadi. Bul artik tekrar gercek istedigini. Ya da önce su kahvenin bi tadini cikar...

Monday, November 8, 2010

Mallorca


Gitsek mi gitmesek mi diye cok düsündügümüz ama bu yaza sahane bir nokta koydugumuz yer oldu.

Mallorca türk televizyonlarinda Acun'la taninmistir, hani su "how much is your jacket?" ya da "kiss me" falan gibi. Avrupali turistlerin icip dagittigi bir tatil beldesidir, hatri sayilir sayida üstsüz vardir falan. En güzeli de, o nasil bir deniz rengidir yarabbim? Tatil fotografi denizi rengi, sahane...

Bu zavalli adacigin Almanya'daki karizmasi ne yazik ki son yillarda biraz düsmüs. Adayi turistik gezi süsüyle ele geciren Almanlar, özellikle de S'arenal yöresini, bu adadaki tatil kalitesinin düsük oldugunu söylüyorlar. Nedeni basit: Cünkü cok Alman var. Sakin gitmeyin igrenc diyen bile oldu, hani sizin yediginiz yemege bakip da "ög hic sevmem" diyen cins insanlar olur ya, sinir olurum, ayni onun gibi. Sanki adanin icine eden baska milletin insani. Bu almanlar zamaninda sakayla karisik ispanya'ya demisler ki, "satin bize burayi". Bi kac ispanyol politikaci da ciddiye alip ciddi ciddi vermeyi istemis de, kavga cikmis sonra. Cok fena.

Tamam bu kadar sert olmayalim. Bir de su yönden bakalim: Gidis dönüs ucak bileti ve hersey dahil otellerde birer hafta kalmak, burda ögrencilerin ve gelir düzeyi cok düsük insanlarin bile rahatca karsilayabilecegi bir seviyede. Adada ise hersey cok ucuz, en ufak bir turistik belde fiyat sisirme sistemine rastlanmiyor. Hal böyle olunca otellerde gencler gece gec saatlerde özgürce naara atip tepisebiliyor, bizim amele dedigimiz, almanlarin asosyal dedigi tipler de sahilde yüksek sesle müzik dinleyip aksama kadar bira iciyorlar. Durum bu. "Ög igrenc" demeye de gerek yok, "amaan allahiim Mallorca ya süper gercekten" diye agzimizi yaymaya da.

Denizi cok güzel, o incecik kumu sahane. Hava kararirken bile denizin rengi mükemmel. Ortamda Acunluk bir durum yok. Tamam üstsüzler var ama bunlar sadece tas gibi kizlar da degil. Benim bile zevkle baktigim tas gibi kizlarin arasinda coluk cocuk gelmis üstsüz teyzeler de var. Ayrica modaya uyarak kendilerine ve 10-12 yaslarindaki kizlarina da hep tangalar almislar. Üste zaten gerek duyulmamis. Kimse de salyasini akita akita bakmiyor, ortam müsait sartlar uygundu. En son gün gördügümüz tangali amcanin oglu disinda kimse rahatsiz degildi.

Gece hayati tam anlamiyla ikiye bölünmüs durumda. Birincisi emekli tipi, ikincisi akli gitmis ergen tipi. Kilometrelerce uzanan plajin yanindan gecen yol boyu dizilmis kafeler ve barlar var. Bir asagi bir yukari yürürken güzelyali sahilinden tek farki cekirdekci (pardon cigdemci) olmayisi. Aa bi de cok iyi sokak ressamlari vardi ve canli heykel vahe kilicarslanlar tabi. Onun disinda sistem ayni, herkes plaj kenarindaki duvara dizilmis oturuyor.

Gece birazcik ilerleyince duvar sakinlerinden olusan ucerli beserli gruplar birer kova etrafinda toplanmaya basliyorlar. Bu mavi plastik kovalarin icerikleri degismekle birlikte en popüleri tabi ki sangrea (sicak sarabin sogugu bence). Bu kovalarin fiyatlari da sasirtici derecede ucuz, örnek olarak bir sise smirnof, yanina iki litre meyvesuyu 12€ civari. Kovadan icmenin en zevkli kismi rengarenk uzun pipetler. Bu sistem ODTÜde yaptigimiz fincan bira olayini hatirlatiyor, ama iki kisi icin cok fazla buluyoruz. Bi kova icecek gibi degiliz. Pipetlerimizi sise sangreaya daldirip karsi kaldirimdaki klüplerin renkli panolarini izliyoruz. "Porno casting tonight" favorimiz. Bir de saat 12den önce girenlere, sapka, tshirt, samyel mamyel bi ton hediye vaat eden renklam eglenceli. Sirf hediyeler icin eglenesi geliyor insanin...

Bir de gitmeden burda herkesin balaman balaman dedigi, ballerman yazdigi bir sahil bari sistemi var. Sirayla numaralandirilmis bir dizi mekan. O kadar cok bahsediliyor ki, saniyoruz cilginca ziplayan dans eden insanlarla dolu barlar bunlar. Altincidan özellikle bahsediyorlar, cika cika cay bahcesi gibi birsey cikiyor. Nedense ama onun etrafindaki duvar cok yogun, karsidaki klüplere yoruyoruz kerametini.

Kapisindan gecerken bile cilgin eglencenin bizi sardigi genis alman barina giriyoruz bir gece. Oktoberfest cadiri havasi yaratilmis, menü almanca, garson alman. Bi de kadehten icelim sangreamizi diyor ve genclerin eglencesine eslik ediyoruz. Masanin üzerinde düsmeden öyle hayvanca ziplayabilmek, biraverin tepesine agzini dayayip ickiyi dalindan icmek bu millette beni en cok etkileyen özelliklerden oldu.

Biraz da Ispanya'ya geldigimizi hissedebilmek icin Palma sehir merkezine gidiyoruz. Hemen bir katedral bizi karsiliyor. Kiyafetim ahlak cercevesinde bulunmadigindan sadece disindan bakinip geciyoruz. Tepeden limana bakip tekrar o güzel dar sokaklardan asagilara iniyoruz. Cook yasli bir zeytin agaci icine icine cekiyor beni. Onlarca yil kivrim kivrim kaybolmus icinin karanliginda.

Birazcik saga sola yürüyünce en sevdigim seyi buluyoruz. Pazar var bir meydanda, incikler boncuklar isil isil. Pazara gecerken kösede bir vitrine rastliyorum. Pronovias. Aman da aman, bi sene önce kataloglarinda kaybolmustum, gercek vitrinini görmek beni cok mutlu ediyor. O keyifle daliyorum pazara. Ispanya'yi bi de alman isgalsiz göresim var.

Ama simdi yaz zamani. Döne döne güneslenmelik, geceleri bronz teni en güzel mini eteklerle deniz kenarinda gezdirmelik zaman. Ici bos kiz dergisi okumalik, kafalari bosaltmalik zaman. Kulac kulac yüzmelik, dipten kum cikartmalik zaman. Günes kremini koklamalik, sevdiceginin yaniklarina acitmadan krem sürmelik zaman. Iple kusakla ilgili deyimi cok icten söylemelik zaman.

Sunday, November 7, 2010

icimiz ISINSIN

Cok seviyorum icimiz isinsin lafini. En son Ahmet'in blogunda gördüm (basimi hafifce yana egerek selam ediyorum) de aklima geldi. Dün yaptigim dertlere deva, hastalara sifa tavuk suyuna tavuklu sehriye corbasini yazayim dedim. Sahsen Ankara'nin soguk kislarinda kendime bir kez bile corba pisirmemis olmama ve hatta sehriye corbasindan da, icinde et ya da tavuk yüzen hic bir corbadan hazzetmeme ragmen dün pisirdim. Ilk defa. Mis gibi de oldu, ben bile ictim.

Cok mu calisiyorsunuz? Stresli misiniz? Kis dönemine giriyoruz, aman hasta olmayalim mi diyorsunuz? Ya da icimiz isinsinci misiniz? Iste tarifimiz:

Zavalli bi tavuktan elde edilen gögüsü hasladim. Icinde cirkin cirkin, beyaz parcalar yüzen bir tavuk suyunu da elde etmis oldum bu arada. Sonra tavukparcasini lif lif dittim. Didim bunu böyle ditmek lazimsa biz de dideriz didim. Ilk basta her nekadar icim kalktiysa da sonlara dogru icime dolan sadistlikle zevk bile aldim. Attim bu sisko pismaniye görünümlü tavuklari tencereye, yanina da bi kasik tere yag arkadas ettim. Sismanliyoruz diye pilav yaparken sadece kasik ucuyla didiklenmekten delik desik olmustu, o yüzden bilmiyorum tam bir kasik mi daha mi az koydum... Yine nedense tenekede salca aldigim icin onu evde bulabildigim tursu kokmayan bi kavanoza aktardim, kalanini da yallah tavuklarin üzerine attim. Onu da tam bilmiyorum ama bi kasik gibiydi.

Bu garip toplulugun altini yakip basladim karistirmaya. Bir güzel koku yayildi ki, iste dedim. Güzel olcak bu corba. Bir yandan da gözüm tavuk suyunda yüzen parcalara takildi. Cok sacma bi hareket olmasina ragmen süzgecten gecirdim. Icim rahatladi. Sevgili Ikea tenceresinin dibi hemen tuttugu icin az az tavuk suyu ekleye ekleye biraz kavurdum tavuk-salca ve yag üclüsünü.



Paketini acarken sinirlenip sert davrandigim ve karsiliginda bir patlamayla ödüllendirildigim tel sehriyelerden de göz karari bi bardak kadar koydum. Ha cok oldu o ayri. Karistira karistira, sürekli müdahele halinde tuzdur, kara biberdir, pul biberdir ekledim. Limon da koydum tabi. Kasikla tabaktan corba aliyormus gibi yapa yapa bakip suyunu ayarladim. Kaynadi bi güzel bol bol. Nane ektim, maydonoz kalmamisti dolapta. Bu gibi zamanlarda kullanmak üzere ektigim maydonoz ve bilimum yesilligin yerine, saksiyi saran yabani otlardan da koymak istemedim. Onun yerine biraz da kekik ekleyip, istedigim kirmizi yesil (kafsinkaf) dengesini yakaladim.

Heyecanla masaya oturduk. Cok dikkatli hazirlanmis, kesinlikle manüpile edici olmayan sorularima cevap olarak su cümle döküldü bitanemin agzindan:

"Onnömünkündön doho gödöl olmut! "

kirmizi dans, ama kadife kirmizi

Ilk adini duydugumda cok itici gelmisti. Cok normaldi, cünkü henüz lise bire giden bos kafa kizlardan biri boynunu uzata uzata arrrjantin tango kursuna basladigini anlatiyordu. BALdan bi o gün gercekten nefret etmistim, bir de sürekli bacaklarini aca aca masa tepelerinde oturan kizlarin bar ve klüp hikayelerini dinlemek zorunda kaldigimda. Bu ayrik bacaklardan, ergen sayilabilecek cagda olmasina ragmen rahatsiz olup, "kapa kizim sunu ya" diye isyan eden ses sevdirmisti tekrar. Okulun ücüncü günüydü sanirim. Dördüncü günde ikizler yetismisti, sonrasi zaten gercek BALi taniyip sevmekle gecti.

Ikinci kez tango hikayesine yaklastigimda artik ODTÜdeydik. Hevesliydim, artik öyle bana cok uzak degildi. Tiksinilesi bir hava atma objesi olma özelligini de yillar önce kapattirilan o bacaklarin arasinda kaybetmisti. O zamanlarki yakin arkadaslarimdan birinin bir hatasi yüzünden ilk otobüse binip hem tangodan hem de ondan uzaklasmistim. Ertesi gün o bana kosarak yaklasti veee iste iliskimizin 10, evliligimizin bir bucukuncu yili...

Biz yaklastik ama tango yine belirli bir mesafede beklemeye devam etti. Biz iki yillik arkadasligin üstüne askimizi koyup beraber yürümeyi ögreniyorduk ODTÜnün agaclarinin altinda. Elele, birbirimizi büyüterek. Yedi yil...
Sevdigimin bana olan mesafesi binlerce kilometreyi astigi günlerde basladim tangoya. Onsuz, gercekten severek yaptigim tek seydi. Yeni ve cok zevkliydi. Üzüntü yoktu, aliskanliklarin eksikligi de. Cok güzel bir müzik ve cok komik insanlar vardi. Önce erkek yönetir dediler. Kiz hareketi alir ve dans baslar...

Sonra Mine geldi. Shine dans stüdyosunun kurucusu ve hocasi. Ankara tango camiasinda kizlarin hayranlikla, erkeklerin mazosist bir tutkuyla izledigi dansinda kaptirdim kendimi iyice. Onun yaninda erkegin yönettigi danstir klisesi asla duyulmadi, agizlarina topukla tikiverirdi o lafi, hem de dans ederken attigi gancosuyla.

Iki kere sinif atlayarak devam ettik kursumuza, hizli ve keyifle ögrendik. Pratiklere de gittik, baslayip da bitiremedigim diger heveslerim arasinda isil isil parladi kirmizi tango.

Sonra degisti hayat. Binlerce kilometrelik mesafe, kapali tutus tango mesafesine kadar indi. Dansin tapinagi diyerek anlatan bir hocayla, alman panzerleri arasinda, bu kez askimi da avcuma alip tekrar ögrendim. Askini geri verdim tangoya.

Sadece kursun salonunda kapali kalamadi tango, parka tasti önce. Cimenlerin üzerine baharda kurulan platformda yaz boyu her gün baska bir dans, cumartesileri de arjantin tango oldu. Günes, piknik, müzik, topuklu ayakkabilar, nefis dans edenler ve biz. Haftaya da sehir merkezindeki kiliselerden birinde tango gecesi var. Gecen yaz Roma'da birden bire tarihi sicak sari isiklarin arasinda, önce Nuova meyadaninda sonra da Ispanyol merdivenlerinde karsimiza cikan tango, bu kez Petri kilisesine götürecek bizi. Dini bir mekanda dans etme fikrine cok uzak olan kültrümüzü yanimiza alip bi bakicaz bakalim. Görkemli yüksek tavanlar ve etkileyici isiklar tangonun rengini yansitacak.

Üc yil önce aklimi sakin tutmak ve Ankara'ya biraz daha katlanmak icin basladigim dans pesimden geliyor, ya da ben onu takip ediyorum. Ya da tangonun kendisi gibi, birbirimizi hissederek beraber adimlar atiyoruz. Kirmizi kadife örtüyor her yeri. Topugumun ucuyla itiyorum taze düsmüs sari baobab yapragini, daha siki sariliyorum partnerime üsümüs ellerimle. Sonbaharin acelesi var burda, bir an önce gitmek istiyor.