Friday, September 3, 2010

roma :hem eski, hem cok cok eski, hem yepyeni...

Uc dakika gecikmeye herkesin of pofladigi aktarmalarimizla Düsseldorf'tan Roma'ya ucuyoruz. Havaalaninda bizi sahane bir deniz kokusu karsiliyor, Izmir gibi kokuyor bize Roma. Birden yüzümüz gülüyor, yanaklara renk geliyor. Ortalikta otobüsleri isaret eden bir tabela yok. Biraz saga sora biraz daha sola yürüyerek buluyoruz armani gözlüklü, el sakasi seven ve cok neseli soförleri. Melodik bir tinlamasi var Termini'nin ama öyle dakik bir plani yok. Bu rahatlik bu keyif sariyor beni hemen. Kendimi en ön koltuga atiyorum, hic bir kareyi kacirmadan, cep telefonuyla melodik melodik konusan armani gözlüklünün ensesindeyim. Ciao Italiaaa!!

Cok guzel, cok eski, cok kocaman kapilari olan binalar arasinda oteli ariyoruz. Tabela yok, kapi numaralari bir garip. Yine biraz saga biraz sola gidip buluyoruz apartman dairesi otelimizi. Gicirdayan asansörle cikiyoruz odamiza. Hersey eski, oda yepisyeni.

Hemmen atiyoruz kendimizi sehre. Eski evler, eski sokaklar, yeni moda, eski heykeller, eski cesmeler, en yeni moda. Sabah kahvaltimizi Roma'lilarla birlikte bir kafede yapiyoruz. Orda adetmis kafede kahvalti, menude binbir cesit kruvasan (turkcesi nasi yaziliyo bilemedim iste boyle bisey)ve cappucino var ama "ayakta", oturursan fiyatlar katlaniyor.

Onceden dersime calismisim, planlar gidilecek yerler hazir. Elimde harita ve rehber kitaplar var. Dört yanimdan gelen su sesleriyle kendime geliyorum. Dört kösesinde birbirinden güzel cesmeler olan bir kavsak burasi. Kavsak kelimesi sanirim yakismiyo, Ankara'da kavsak olabilir. Ama burasi baska bisey, burasi da kavsak ama kavsak kelimesi durmuyo üstünde. Film seti gibi, gercek arabalar bir yakismiyor sanki sokaklara. Kitaba bakarak yürümek büyük hata, planlar yalan. Hepsini bitanemin eline tutusturup birakiyorum kendimi sokaklara. Büyük bir müze gibi tüm sehir. Ya da kocaman bir tablo gibi, bak bak bitmiyor.


Hava cok sicak, ama her köse basinda buz gibi su akan cesmeler var. Bi de nefis espressolar, bi de sahane pizzalar, makarnalar, dondurmalar...En güzel kahvenin icildigi meshur Cafe Greco'da ayakta espressomuzu iciyoruz, Gucci'ler, Pradalar kapi komsumuz. Bu eski tasli sokaklarda bu güzel topuklu ayakkabilarla nasil yürüyor bu kizlar? Ne güzel elbiseler bunlar. Daliyorum, elimde kahvemle uyuyorum sanki.

Gece perisan uzaniyorum eski binanin yeni otelindeki odamizda. Rüya gibi geciyor gözümün önünden cesmeler, heykeller, tatli sari isikli meydanlar. Daha dinlenemeden sabah oluyor. Kiyafet yönetmeligine uygun giyinip tutuyoruz Vatikan ülkesinin yolunu. Dünyanin en büyük katedraline giris yapiyoruz. Michelangelo karsiliyor bizi, ama uzaktan el salliyor sadece, camlar arkasindan. Burasi sasirmis bir yer. O kadar fazla ve güzel heykeller, o kadar abarti ve cok süslemeler, bir hasmet, bir zenginlik. Papayi ve bin kisilik Vatikan halkini tebrik ediyor ve Vatikan müzesi kuyruguna geciyoruz. Yaklasik bir saat duvar etrafinda kivrildiktan sonra ulasiyoruz kapiya. Etrafa bakmadan önce azcik oturup dinlenebilecek bir yer ariyoruz. Yani basimizda direktiflerini veren semsiyeli bir tur rehberinden kacak bilgiler ediniyoruz bu arada. Fotograflarina bakarken bile yoruldugum, Misir'dan gelmis mumyasindan eski Yunan heykellerine, Rodin'in düsünen adam heykelinden Dali tablolarina kadar herseyi toplamislar. Nasi bir yer burasi diyerek yorgunluktan perisan olarak Sistine Sapeline yani müzenin son ve doruk noktasina ulasiyoruz. Michelangelo bu sefer yerden göge kadar karsiliyor bizi. Ama diger turistik yerlerde de oldugu gibi burda da bir aksam is cikisi belediye otobusu havasi var. Sikis tepis bakiyoruz tavana, agzimiz acik. Her dilde anlatiliyor Michinin burayi yapis hikayesi, resimlerdeki ciplak figurler o öldükten sonra nasil sansürlenmis, nereye kendi yüzünü ciziktirmis, kimle alay edip karikatürünü cizmis Cince dahil her dilde defalarca yankilaniyor kalabalik duvarlar ve tavanda.

Yorgunluk engelleyemiyor, sürünerek de olsa devam ediyoruz. Nehir kenarinda beyaz sarap, en ünlü restoranda sahane bir pizza. Cok lezzetli Roma, tadi damakta kaliyor derken o büyülü sari isik icinde, mavi beyaz sularin aktigi meydanda müzik basliyor. Hayal degil, sahne kurulmus, anadilde opera... Programa bakinca aklim iyice sasiyor, yarim saat sonra Ispanyol merdivenlerinde Arjantin Tango gösterisi. Ucuyoruz oraya, günün sicakligini almis basamaklara birakiyoruz kendimizi. Serin beyaz sarabimiz, hala sicak cok peynirli pizzamiz, yine o güzel sari isik altinda tango.


Yeni güne en eski yerleri gezmek üzere yola cikiyoruz. Hedef Colosseum ve Palatin, Cesar'in ayak izlerini takipteyiz. 2000 yil kavramini kavrayamiyor aklim, öylesine heybetle duruyor yerinde; yigitlerin er meydani denen arena.

Gezmekle bitiremiyor, yemege ve bakmaya doyamiyoruz. Cocugumuz olursa adini Roma ya da Gelato koyalim diyerek havaalanina dogru yola cikiyoruz. Servis otobusunde gene en önde, secim otobusunden halki selamlayan politikaci gibi yerimi almisim. Sapkami aldim, gidiyorum. Ama üzgün degilim, cunku istikamet Venedik!!

No comments:

Post a Comment