Wednesday, September 22, 2010

Venedik



Ucak resmen adaya sürtünerek iniyor, bütün kanallarla ve vapuretto denilen vapurcuklarla gözgöze geliyoruz. Burunlarimiz cama dayali, agizlar Roma'dan kalma bir aliskanlikla acik...

Havaalanindan Hello Venezzia kartlarimizi edinip otobüse atliyoruz. Izmir'in Kentkart'ina benzeyen kartlarimizla üc gün boyunca Vapur ve Vapurcuklarla istedigimiz kadar hasret giderebiliriz. Büyük kanallarda vapurcuklar calisiyor, adim basi duraklari var. Binmesi de inip daracik sokaklarda kaybolmasi da cok keyifli. Bazi sokaklarin sonu bir kac basamakla kanala iniyor. Evlerin önünde sokak yerine kanal olunca, araba yerine minik sandallar parketmis duruyor. Komsunun kayigina arkadan bindirmek serbest. Karsidan karsiya gecerken keyif icin saga sola bakabilirsin. Köprüdesin, gondolcu sana carpamaz, en fazla laf atabilir. O da kendisi romantik bir hizmet sektöründe calistigindan hos görülebilir...

Adi gibi 1 numara olan bir vapurettocuk bizi otelimizin oldugu o güzel Lido adasina götürüyor. Upuzun sahili olan ince ve upuzun bir ada Lido. Otelimizi bu sefer elimizle koymus gibi buluyoruz. Denize 50metre, adanin eni zaten en fazla 250 metre. Ama plajlar kilometrelerce uzaniyor. Denize girmeyi sevmez ya da bilmez birkac kisinin arasindayiz. Akilda bir atlama oluyor, cunku bavullari odaya attigimiz gibi mayolari giyip plaja kosmusuz. Saat aksam 7bucuk, plaj 8de kapaniyormus. Kapanmasi ne demek onu görmek üzereyiz. En iyisi üstümüze kapatmasinlar deyip, denizle soyle kucaklasip, boy ölcüsüp cikiyoruz. Otelimiz cok güzel. Eski konaklar gibi. Yüksek bir tavani, agir oymali mobilyalari ve ahsap panjurlari var. Ama duramiyoruz, yine bir numara vapurcugumuza atlayip asil Venedik adasina geciyoruz.

Roma'da yanan omuzlar burda üsüyor biraz, hirkalar bulunmus bavulun dibindeki terk edilmis köseden. Istikamet San Marco meydani. "Siz cok yaklasmayin, biz fiyati saglam geciriyoruz" diye bakan beyaz eldivenli garsonlar pek sevimli geliyor bana. Ama yaklasmamak mümkün degil. Cafelerin girisine yerlestirilmis sahneciklerde orkestraciklar sahane müzikler yapiyor. "Masada oturuyorum, sampanyami iciyorum, cok param var, ne de güzel saciyorum" diyen adamlar daha bir coskuyla alkisliyor sarki aralarinda. Biz de alkisliyoruz, ziyafetimizi ayakta, güzel meydanin sahane isiklari arasinda sarilarak aliyoruz...

Sabah plaja gidemeyecegimizi kafamiza vurarak ve bagris cagris anlatiyor ahsap panjurlar. Tartismak gereksiz, zaten bakmamiz gereken milyonlarca karnaval maskesi ve Murano camlari var, vapurcuklar bizi bekliyor. Nefis meydandaki kuleye cikalim diyoruz, biz sira beklerken hafiften yagmur basliyor. Sarilmaya bahane yaratan rüzgarla yukarda bulusuyoruz. Yaninda bir de saganak yagmur getirmis. Simdilik tepemizde bir cati var. Biz de keyifle catilara bakiyoruz yukardan. Gözümde hep asiri romantik ve yumusak olarak canlanan venedik hircinlasmis sanki. Romantik gondollari adeta dalgalariyla tekmeliyor. Bir saati 100€ gondollarin pek umrunda degil. Romada günes icin semsiye acan VIP uzak dogulu turistler simdi yagmura acmislar semsiyelerini, ikiser ucer biniyorlar dalgalarla bogusan birörnek gondollara.

Yagmurun yavaslattigi zamanin icinde sakin sakin bakinirken, ciktigimiz kule bize bir can kulesi oldugunu hatirlatmak istiyor. Yavas yavas hizini alan, gercek anlamda bir essek kadar olan can, yeterince hizlandiginda beynimizi kafatasimiza vurmak suretiyle cinlatiyor ortaligi...

Aksam söyle bir vitrinlerine baktigimiz maskecileri geziyoruz. Kanllarin üzerindeki köprücüklerden geciyoruz. Maskecilerin komsular camcilar. Minik heykelcikler, takilar, vazolar. Madem böyle güzel bir camimiz var, herseyi yapalim demisler. Bir galerinin önüne gelince agzimdan bir Amerikan nidasi olan "vaov" cikiyor. Farkediyorum ki galerinin adini da Wow koymuslar, vitrini görenlerin ortak nidasi...

Yagmur bizle biz yagmurla inatlasarak geziniyoruz kanallarda. Köprücüklerde durup gecen gondollara ve gondolculara bakiyoruz. Gözlerinde bir an Esat-Ulus dolmuscusu bakisi yakaliyorum. Yok diyorum olamaz, sollamaya calismiyordur diger gondolu. Allahtan bir sarki söylemeye basliyor, oh diyorum, romantikmis.

Hala Italya'dayiz ama fiyatlar turistiklesmis, daha az lezzetli pizza ve makarnalarimiza daha fazla paralar ödüyoruz. Cok begenip ayrilamadigimiz cam baliklardan dukkan sahipleri de ayrilmak istemiyor olmalilar ki koyduklari fiyatlar, serce parmagim boyundakiler icin 15€dan basliyor, ki bazi insanlar caglar boyu bunun bir insan parmagi degil, oyuncak bebek parmagi oldugunu düsünmüstür.

Yagmurla inatlasmaktan vazgecip afroitalyan arkadaslardan birer yagmurluk satin aliyoruz. bu arkadaslarin en ilginc yani, ellerindeki cakma Gucci cantalarla yaniniza gelip "How much?" diye sormalari, yani "Kaca?". Pazarligin baslangic kisimlarini atlayarak "sen ne veriyosun ablacim?" kismindan basliyorlar. Parmesan ekmek gibi de satiyorlar, aferin.

Bizim burda zabita diye birsey var mi bilmiyoruz ama hic böyle seyyarindan satici yok. Demek ki bu isler de arz talep ve yasak isi. Burda yasaklar gercekten yasak. Kurallar bildigin kural. Insanlar daha gevsek ve rahat ama kurallar daha siki...

Diger günlerimizde günes hanim gösteriyor yüzünü, denizle bogusmuyor kucaklasiyoruz artik sakince. Lido'da kalmak gercekten bir avantaj oluyor bizim icin. Plajdaki evcikler cok hosuma gidiyor. Bunlar gölgeligi, bir genis yatagimsi sezlongu, iki normal sezlongu, dört sandalyesi, bir masasi ve arkada kilitli bir odacigi olan kulübecikler. Yanyana yüzlerce var ama sadece on onbes tanesi dolu. Agustos olmasina ragmen insanlar yüzmekten cok yürümeyi tercih edince, acaba burda yüzmek yasak mi ki? sorusu kapliyor icimizi. Italyan dolce vita ruhunu arkamiza alip atiyoruz biz kendimizi suya. Plaj sakinleri gayet sabit. Cikarken soruyoruz nedir bu kulübeciklerin kirasi diye, günlük 140€yu duyunca biz de bi an sabitleniyoruz.

Venedik beyin gondollariyla kavgasi bitiyor, sakin sakin gezintiler basliyor kanallarda. Biz vapurcuklarin acik hava kismindayiz. Bir de cay-simit olsa diyerek icimize cekiyoruz Venedik'i...

Alinmasi gerekenler listesinde ilk sirada olan gondolcu T-shirtlerinden her köse basinda satilani begenmiyor tabi ki benim bitanem. Cünkü benim degil, onun eli kadar isleme yapmislar Venedik diye. Sade seviyoruz biz, aramaya devam etmeliyiz. Icine kirilmaz insallah diye maske ve cam baligimizi da koydugumuz bavulumuzla son bir kez turluyoruz Venedik'i. Italya'ya da veda anlamina geldigi icin dört bir yani tariyor gözlerim, acaba ne yemedik, ne icmedik diye. Derken o sicakta bile neseyle sarki söyleyen flörtcü bir büfeci görüyoruz. Nese kaynagi kirmizi ickimizin adi Spritz. Icimdeki veda hüznünü alip serin bir nese veriyor. Zaten koleksiyonun son ve en nadide parcasi olan gondolcu T-shirtünü (hem de nakissiz, baskisiz ve tertemiz!) de bulup giymis diger nese kaynagim yanimda. Yeni maceralara yelken acmak üzere gün batiminina dogru yürüyoruz...

Friday, September 3, 2010

roma :hem eski, hem cok cok eski, hem yepyeni...

Uc dakika gecikmeye herkesin of pofladigi aktarmalarimizla Düsseldorf'tan Roma'ya ucuyoruz. Havaalaninda bizi sahane bir deniz kokusu karsiliyor, Izmir gibi kokuyor bize Roma. Birden yüzümüz gülüyor, yanaklara renk geliyor. Ortalikta otobüsleri isaret eden bir tabela yok. Biraz saga sora biraz daha sola yürüyerek buluyoruz armani gözlüklü, el sakasi seven ve cok neseli soförleri. Melodik bir tinlamasi var Termini'nin ama öyle dakik bir plani yok. Bu rahatlik bu keyif sariyor beni hemen. Kendimi en ön koltuga atiyorum, hic bir kareyi kacirmadan, cep telefonuyla melodik melodik konusan armani gözlüklünün ensesindeyim. Ciao Italiaaa!!

Cok guzel, cok eski, cok kocaman kapilari olan binalar arasinda oteli ariyoruz. Tabela yok, kapi numaralari bir garip. Yine biraz saga biraz sola gidip buluyoruz apartman dairesi otelimizi. Gicirdayan asansörle cikiyoruz odamiza. Hersey eski, oda yepisyeni.

Hemmen atiyoruz kendimizi sehre. Eski evler, eski sokaklar, yeni moda, eski heykeller, eski cesmeler, en yeni moda. Sabah kahvaltimizi Roma'lilarla birlikte bir kafede yapiyoruz. Orda adetmis kafede kahvalti, menude binbir cesit kruvasan (turkcesi nasi yaziliyo bilemedim iste boyle bisey)ve cappucino var ama "ayakta", oturursan fiyatlar katlaniyor.

Onceden dersime calismisim, planlar gidilecek yerler hazir. Elimde harita ve rehber kitaplar var. Dört yanimdan gelen su sesleriyle kendime geliyorum. Dört kösesinde birbirinden güzel cesmeler olan bir kavsak burasi. Kavsak kelimesi sanirim yakismiyo, Ankara'da kavsak olabilir. Ama burasi baska bisey, burasi da kavsak ama kavsak kelimesi durmuyo üstünde. Film seti gibi, gercek arabalar bir yakismiyor sanki sokaklara. Kitaba bakarak yürümek büyük hata, planlar yalan. Hepsini bitanemin eline tutusturup birakiyorum kendimi sokaklara. Büyük bir müze gibi tüm sehir. Ya da kocaman bir tablo gibi, bak bak bitmiyor.


Hava cok sicak, ama her köse basinda buz gibi su akan cesmeler var. Bi de nefis espressolar, bi de sahane pizzalar, makarnalar, dondurmalar...En güzel kahvenin icildigi meshur Cafe Greco'da ayakta espressomuzu iciyoruz, Gucci'ler, Pradalar kapi komsumuz. Bu eski tasli sokaklarda bu güzel topuklu ayakkabilarla nasil yürüyor bu kizlar? Ne güzel elbiseler bunlar. Daliyorum, elimde kahvemle uyuyorum sanki.

Gece perisan uzaniyorum eski binanin yeni otelindeki odamizda. Rüya gibi geciyor gözümün önünden cesmeler, heykeller, tatli sari isikli meydanlar. Daha dinlenemeden sabah oluyor. Kiyafet yönetmeligine uygun giyinip tutuyoruz Vatikan ülkesinin yolunu. Dünyanin en büyük katedraline giris yapiyoruz. Michelangelo karsiliyor bizi, ama uzaktan el salliyor sadece, camlar arkasindan. Burasi sasirmis bir yer. O kadar fazla ve güzel heykeller, o kadar abarti ve cok süslemeler, bir hasmet, bir zenginlik. Papayi ve bin kisilik Vatikan halkini tebrik ediyor ve Vatikan müzesi kuyruguna geciyoruz. Yaklasik bir saat duvar etrafinda kivrildiktan sonra ulasiyoruz kapiya. Etrafa bakmadan önce azcik oturup dinlenebilecek bir yer ariyoruz. Yani basimizda direktiflerini veren semsiyeli bir tur rehberinden kacak bilgiler ediniyoruz bu arada. Fotograflarina bakarken bile yoruldugum, Misir'dan gelmis mumyasindan eski Yunan heykellerine, Rodin'in düsünen adam heykelinden Dali tablolarina kadar herseyi toplamislar. Nasi bir yer burasi diyerek yorgunluktan perisan olarak Sistine Sapeline yani müzenin son ve doruk noktasina ulasiyoruz. Michelangelo bu sefer yerden göge kadar karsiliyor bizi. Ama diger turistik yerlerde de oldugu gibi burda da bir aksam is cikisi belediye otobusu havasi var. Sikis tepis bakiyoruz tavana, agzimiz acik. Her dilde anlatiliyor Michinin burayi yapis hikayesi, resimlerdeki ciplak figurler o öldükten sonra nasil sansürlenmis, nereye kendi yüzünü ciziktirmis, kimle alay edip karikatürünü cizmis Cince dahil her dilde defalarca yankilaniyor kalabalik duvarlar ve tavanda.

Yorgunluk engelleyemiyor, sürünerek de olsa devam ediyoruz. Nehir kenarinda beyaz sarap, en ünlü restoranda sahane bir pizza. Cok lezzetli Roma, tadi damakta kaliyor derken o büyülü sari isik icinde, mavi beyaz sularin aktigi meydanda müzik basliyor. Hayal degil, sahne kurulmus, anadilde opera... Programa bakinca aklim iyice sasiyor, yarim saat sonra Ispanyol merdivenlerinde Arjantin Tango gösterisi. Ucuyoruz oraya, günün sicakligini almis basamaklara birakiyoruz kendimizi. Serin beyaz sarabimiz, hala sicak cok peynirli pizzamiz, yine o güzel sari isik altinda tango.


Yeni güne en eski yerleri gezmek üzere yola cikiyoruz. Hedef Colosseum ve Palatin, Cesar'in ayak izlerini takipteyiz. 2000 yil kavramini kavrayamiyor aklim, öylesine heybetle duruyor yerinde; yigitlerin er meydani denen arena.

Gezmekle bitiremiyor, yemege ve bakmaya doyamiyoruz. Cocugumuz olursa adini Roma ya da Gelato koyalim diyerek havaalanina dogru yola cikiyoruz. Servis otobusunde gene en önde, secim otobusunden halki selamlayan politikaci gibi yerimi almisim. Sapkami aldim, gidiyorum. Ama üzgün degilim, cunku istikamet Venedik!!